2016 Avrupa Şampiyonası'na ev sahipliği yapmak için federasyon bu kez dersini gerçekten iyi çalışmış, özellikle işin stadyumlar ve bu proje üstünden Türk futbolunun Avrupa pazarına entegrasyonu fikri iyi işlenmiş. Bunlar rapordan sonra da gayet net bir şekilde ortadaydı fakat Türkiye yerine Fransa'nın daha ağır basmasının birkaç nedeni var, bunlar da görmezden gelinemez.
Türkiye heyetinin üstünde durduğu en önemli konu mali güvenceydi ki hem Abdullah Gül, hem de Tayyip Erdoğan üstünden verilmek istenen mesaj da Türkiye'nin 'Ukrayna' olmayacağıydı. Bildiğiniz gibi turnuvanın sadece Polonya'da ya da Polonya-Macaristan/Almanya birlikteliğiyle devam etme durumu var. Avrupa Birliği'nin yeni katılmış, gelişmekte olan ülkelere tırnak içindeki jestinin bu hale dönüşmesi tüm bu taahhütlere rağmen Türkiye'nin elini bilinçaltında zayıflatan en önemli etkendi.
İkincisi Euro 2008 sonrası hiçbir büyük turnuvanın Orta Avrupa'dan geçmiyor olması hem Dünya Kupası'nda, hem de Avrupa Şampiyonası'nda uygulanan "Bir Orta Avrupa, bir yeni ülke" gizli kuralının getirdiği baskı. 2010 Dünya Kupası Güney Afrika'dayken, 2012 Ukrayna/Polonya'dayken ve bu turnuvada da aksaklıklar mevcutken UEFA, Brezilya Dünya Kupası'nın ardından gelecek turnuvayı "daha Avrupa" olan bir ülkeye vermenin daha güvenli olduğunu düşünmüş olabilir.
Her şeye rağmen iyi bir sınav verdiğimizi düşünüyorum, kaybetmekle kazanmak arasındaki çizgide gezinmek bile karambole her turnuvaya aday olan ama eli boş dönen ülke imajımızı kırmamız açısından yeterlidir. Bu kararlılıkla devam etmek ve özellikle ulaşım ve stadyum projelerini somutlaştırmak dört sene sonra daha oturaklı bir projeyle rahat bir biçimde turnuvayı alabileceğiz gibi duruyor. En azından şimdilik beklentimiz bu yönde. Fakat kat edilen bu mesafenin bir anlam ifade etmesi için de Süper Lig'i parlatacak en önemli unsurlar olan stadyumların bir an önce tamamlanması gerekiyor. "Platini'nin tezgahı!" değil de "Galiptir bu yolda mağlup" dedirtebilmektir bütün mesele...
Diğer Rakip: Güney Afrika
Kupa yaklaştığında takımları, yıldız oyuncuları, dizilişleri değerlendirmek dünya çapında bir ritüeldir. Herkes kendi ülkesini ve rakiplerini tartar, turnuvada kimlerin başarılı olabileceği üzerine kafa yorar, lakin Dünya Kupası denince önemli bir değişken ve rakip daha vardır: Doğa...
Tropik mi, Akdeniz mi, Karasal mı?
Güney Afrika’daki Dünya Kupası’na katılacak ekipleri bir de şimdiden öngörmedikleri doğa koşulları bekliyor olacak. Ülkenin yapısı gereği yarı tropik, Akdeniz ve karasal iklimlere bölünmüş olması birçok takım için büyük zorluk oluşturabilir. Bazı takımlar deniz seviyesindeki Cape Town ve Durban’da 16- 18 derece sıcaklıkta rahat bir iklimde maç oynarken bir anda 1750 metre rakımlı Johannesburg’ta mücadele etmek zorunda kalacak. Esas zorluk ise bazı şehirlerde gece ile gündüz sıcaklıkları arasında neredeyse hiç fark yokken Mangaung, Nelson Mandela Bay ve Tshwane gibi şehirlerde bu farkların 20 dereceye kadar çıkabilmesi. Bu parçalı iklim göz önüne alındığında takımların şartlara göstereceği uyum beklerin oyuna katılımı kadar önemli olabilir. İlk karşılaşmaları Antalya’da, ikinci maçları Erzurum’da, ikinci tur müsabakaları Bolu’da oynayacak milli takımlar bizleri bekliyor.
Saat farkı Avrupa lehine
Turnuvaların hangi kıtalarda düzenlendiğinin şampiyonu belirlemede büyük bir önemi olduğu aşikâr. Avrupa’da düzenlenen bir şampiyonayı Brezilya’nın kazanma olasılığı Güney Amerika’da düzenlenen bir kupaya göre çok daha az. 1990’dan bu yana düzenlenen bütün turnuvalar da bu gerçeğe işaret ediyor. 1990 İtalya, 1998 Fransa ve 2006 Almanya’yı hep Avrupa takımları kazanmıştı. 2006’daki turnuvanın yarı finalinde İtalya, Fransa, Almanya ve Portekiz yer alıyordu. 1994 Amerika ve 2002 Japonya/Kore’de Avrupalı ekiplerin büyük ölçüde silindiği ve sürpriz yarı finalistler çıkmasının yanı sıra Brezilya’nın da şampiyonluğa uzandığı turnuvalar olarak dikkat çekmişti. Dünya Kupası tekrar Avrupa dışına gelmiş gözükse de Güney Afrika’nın yerel saatinin Avrupa’ya yakın olması bu kez dengeleri değiştirebilir. Türkiye ile aynı saat diliminde olan Güney Afrika’ya Avrupalıların göstereceği uyum bu açıdan kolay olacak gibi gözüküyor. Brezilya’nın Yaşlı Kıta’da bir kez güldüğü hatırlanınca, bu veri bize acaba dedirtiyor.
***
27 Mayıs 2010 tarihli Taraf Gazetesi için yazılmış yarı araştırma, yarı fikir haberidir efenim, arada kaynamasın istedik. Yazı fikrini ortaya atan Ali Murat Hamarat'a da saygılarımızı sunarız...
Tropik mi, Akdeniz mi, Karasal mı?
Güney Afrika’daki Dünya Kupası’na katılacak ekipleri bir de şimdiden öngörmedikleri doğa koşulları bekliyor olacak. Ülkenin yapısı gereği yarı tropik, Akdeniz ve karasal iklimlere bölünmüş olması birçok takım için büyük zorluk oluşturabilir. Bazı takımlar deniz seviyesindeki Cape Town ve Durban’da 16- 18 derece sıcaklıkta rahat bir iklimde maç oynarken bir anda 1750 metre rakımlı Johannesburg’ta mücadele etmek zorunda kalacak. Esas zorluk ise bazı şehirlerde gece ile gündüz sıcaklıkları arasında neredeyse hiç fark yokken Mangaung, Nelson Mandela Bay ve Tshwane gibi şehirlerde bu farkların 20 dereceye kadar çıkabilmesi. Bu parçalı iklim göz önüne alındığında takımların şartlara göstereceği uyum beklerin oyuna katılımı kadar önemli olabilir. İlk karşılaşmaları Antalya’da, ikinci maçları Erzurum’da, ikinci tur müsabakaları Bolu’da oynayacak milli takımlar bizleri bekliyor.
Saat farkı Avrupa lehine
Turnuvaların hangi kıtalarda düzenlendiğinin şampiyonu belirlemede büyük bir önemi olduğu aşikâr. Avrupa’da düzenlenen bir şampiyonayı Brezilya’nın kazanma olasılığı Güney Amerika’da düzenlenen bir kupaya göre çok daha az. 1990’dan bu yana düzenlenen bütün turnuvalar da bu gerçeğe işaret ediyor. 1990 İtalya, 1998 Fransa ve 2006 Almanya’yı hep Avrupa takımları kazanmıştı. 2006’daki turnuvanın yarı finalinde İtalya, Fransa, Almanya ve Portekiz yer alıyordu. 1994 Amerika ve 2002 Japonya/Kore’de Avrupalı ekiplerin büyük ölçüde silindiği ve sürpriz yarı finalistler çıkmasının yanı sıra Brezilya’nın da şampiyonluğa uzandığı turnuvalar olarak dikkat çekmişti. Dünya Kupası tekrar Avrupa dışına gelmiş gözükse de Güney Afrika’nın yerel saatinin Avrupa’ya yakın olması bu kez dengeleri değiştirebilir. Türkiye ile aynı saat diliminde olan Güney Afrika’ya Avrupalıların göstereceği uyum bu açıdan kolay olacak gibi gözüküyor. Brezilya’nın Yaşlı Kıta’da bir kez güldüğü hatırlanınca, bu veri bize acaba dedirtiyor.
***
27 Mayıs 2010 tarihli Taraf Gazetesi için yazılmış yarı araştırma, yarı fikir haberidir efenim, arada kaynamasın istedik. Yazı fikrini ortaya atan Ali Murat Hamarat'a da saygılarımızı sunarız...
Benitez Başkan
Gerrard, Torres, Mascherano gibi kadrosunun en güzide adamları dört bir yandan, çokça da İspanya'dan kuşatılan Rafael Benitez'in Juventus'a yelken açıp gemisini terk edeceği konuşuluyordu nicedir ama bu söylenti Juve'nin daha ucuz yollu ve yerli bir alternatife yönelmesiyle boşa çıkmıştı. Şimdilerde Jose 'The Special One' Mourinho'nun boşluğunu Inter'de doldurabilecek kalibredeki hocalardan biri gözüyle bakılıyor lakin bu rivayeti iki taraftan birisi doğrulamış değil.
Tartışmalar devam ededursun, Benitez hocamız Sunderland balonundan tutun da aylarca N'Gog denen Bebbe muadili santrforla aylarca oynamak zorunda kalmasına kadar birçok absürdlükle mücadele verdiği sezonun ardından çareyi göbek atmakta bulmuş. 2005'te İstanbul'da gelen Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunun yâd edildiği 'One Night in İstanbul' gecesinde yapılan daveti kırmayarak dans etmeye başlayan İspanyol hoca, yardımcısı Sammy Lee'den de gazı alınca coştukça coşuyor. "Liverpool'da kalır mı, kalırsa yıldızlarını elinde nasıl tutar, tutamazsa yerleri nasıl dolar" soruları bizim aklımızın bir köşesine yazılmış olsa da biz de bunları kenara bırakıp videoyu izleyelim. Benitez Başkan'ı salondan götürecek ekip eksik gibi sadece...
Premier Lig'de Yaya Toure Denklemi
Barcelona'dan ayrılması hemen hemen kesinleşen Yaya Toure ile ilgili binbir türlü senaryo dönüyor ve bu senaryolar muhtemel başka transferleri de tetikleyecek cinsten. Toure yerine orta sahaya kaliteli bir oyuncu almak niyetinde olan Barça'nın ilk hedefi Cesc Fabregas. Toure ve Marquez'in de dahil olduğu takas yollu bir transfer beklentisi son günlere kadar ağırlıktaydı fakat Barça'nın kapıyı 30 milyon avrodan açmak istemesinin Arsenal'in beklentileri karşılamaktan fersah fersah uzak olduğu da açık. Bu denklemi bozan esas gelişme ise devreye iki takımın daha girmesi.
Premier Lig'de son haftaya kadar şampiyonluk mücadelesi veren Chelsea ve özellikle de Manchester United'ın Yaya Toure için epey ısrarcı olduğu haberleri ayyuka çıkmış durumda. Arsenal'in bu iki ekibin vereceği teklifleri karşılaması ilk bakışta zor gözüküyor. Bu iki takımdan birisinin Yaya'yı kadrosuna katması halinde ise Barcelona başka orta sahaya yönelebilir ve bu noktada en göz önündeki aday geçen sene de ısrarla istedikleri Liverpool'un Arjantinlisi Javier Mascherano.
Liverpool'un Şampiyonlar Ligi dışında kalmasıyla Torres, Gerrard ve Mascherano'nun kulüpten ayrılma olasılıklarının tavan yaptığı bir sır değil ve Barça da bu fırsattan istifade Arjantinliyi koparma derdinde. Xavi ve Iniesta'nın arkasına gelecek olan Mascherano nasıl bir orta saha oluşturur, düşünmesi bile güzel. Yaya Toure'den başlayan ve Premier Lig'in dört büyüğünü kapsayan bu denklemin cevabı Avrupa transfer piyasasını fazlasıyla etkileyecek...
Premier Lig'de son haftaya kadar şampiyonluk mücadelesi veren Chelsea ve özellikle de Manchester United'ın Yaya Toure için epey ısrarcı olduğu haberleri ayyuka çıkmış durumda. Arsenal'in bu iki ekibin vereceği teklifleri karşılaması ilk bakışta zor gözüküyor. Bu iki takımdan birisinin Yaya'yı kadrosuna katması halinde ise Barcelona başka orta sahaya yönelebilir ve bu noktada en göz önündeki aday geçen sene de ısrarla istedikleri Liverpool'un Arjantinlisi Javier Mascherano.
Liverpool'un Şampiyonlar Ligi dışında kalmasıyla Torres, Gerrard ve Mascherano'nun kulüpten ayrılma olasılıklarının tavan yaptığı bir sır değil ve Barça da bu fırsattan istifade Arjantinliyi koparma derdinde. Xavi ve Iniesta'nın arkasına gelecek olan Mascherano nasıl bir orta saha oluşturur, düşünmesi bile güzel. Yaya Toure'den başlayan ve Premier Lig'in dört büyüğünü kapsayan bu denklemin cevabı Avrupa transfer piyasasını fazlasıyla etkileyecek...
94'ün 17 Yaş Altı Milli Takımı & Bugün
Dünya Kupası yaklaşadursun, 17 Yaş Altı Avrupa Şampiyonası heyecanında yol yarılandı bile. Okay Yokuşlu, Artun Akçakın gibi oyuncuları izlemenin yanı sıra geçen sene Dünya Şampiyonası'na katılan takımın arkasından gelen jenerasyonu tanımak için de iyi bir fırsat oluyor. Fakat bu yazıda bahsedeceğim gençler bugünün değil 16 yıl öncesinin Avrupa şampiyonluğuna uzanan gençleri...
Aslında internet alemini baya sıkı tarasam da o kadronun tamamına ulaşabilmek mümkün değil. FIFA, turnuvalarının kadrolarını saklıyor ama UEFA'nın böyle bir adeti yok. Kanırta kanırta final kadrosunu çıkarabiliyorsunuz sadece. Finalde Danimarka'yı geçen 'şampiyon kadro'ya baktığımızda isimlerin birçoğu yabancı. Arada parlayan iki isim var: Fatih Tekke ve Fevzi Tuncay...
Genç milli takımlarda, özellikle de bu yaş kategorilerinde her zaman savunduğum bir tez var: başarılı bir jenerasyondan en fazla iki-üç oyuncu A milli takım düzeyine ulaşabilir, gerisi gerçekten ekstradır. Bu kadroya baktığımızda da benzer bir tablo var ama o günün şartlarını farklı kılan bazı detaylar var. Genç milli takım yapılanması o günler için çok yeni ve 1990'da özerkliğin gelmesiyle daha önceleri angarya olarak görülen 21 yaş ve altı kategorilere ilk kez önem verilmeye başlanıyor. 1994'te ortaya çıkan bu jenerasyon da o yapılanmanın ilk meyvelerinden.
Genç oyuncu kavramının henüz oturmadığı "pişsin, otursun sırasını beklesin" gibi şehir efsanelerinin bugünkünden daha baskın olduğu o yıllarda bir umut ışığı olması gerekiyordu bu ekibin fakat kendini kabul ettirebilen sadece iki oyuncu çıkabildi bu kadrodan. Fatih Tekke'nin de ne şartlarda, kaç yaşında kendini ispatlayabildiğini unutmamak gerek. Bu saf yeteneği ehlileştiren, şekillendiren de yetiştiği kulüp değil, kendisi olmuştu ve bunu becerebildiğinde yaşı 26'yı gösteriyordu. Bu kadar büyük bir oyuncunun bugün İspanya ya da İtalya'da değil de Rusya'da mücadele ediyor olmasının sebebi sadece yaşıdır. Herkesten de Fatih Tekke olmasını, bir şeylere 'rağmen' futbolu öğrenmesini bekleyemezsiniz.
Buradan çıkarılması gereken sorun şu. Yeterli sayıda oyuncu 18-21 yaş aralığında forma şansı bulamaması o günlerden bugüne bir miras ve bu durum başarılı olmuş, olacak her jenerasyonumuzun başına bela olacak, potansiyeline asla erişememesini sağlamaya devam edecek. Bugün Galatasaray altyapısından çıkan birisi amiyane tabirle 'wonderkid' dört genç milli oyuncu takasta kiloyla defter satar gibi kullanılıyorsa bunun başlıca sebebi eksiklerine rağmen yeteneklerini ortaya koyma, maç tecrübesiyle eksiklerini değiştirme şansının doğru zamanda, doğru takımda verilmemiş olmasıdır.
Galatasaray burada bir değişken olsa da bu takas, 90'ların başından bugüne kadar değişen bir şey olmadığını açıkça gösteriyor. Son yazımda da söylediğim gibi, Arda Turan'ı oynatacak Ersun Yanal'lara, Uğur Uçar'ı oynayacak Ertuğrul Sağlam'lara, Manisaspor'lara, Kayserispor'lara ihtiyacı var bu ülkenin. Yoksa onun baldırı güçsüz, bunun onun oyun zekası kıt, armudun sapı, üzümün çöpü diyerek genç oyuncu yetiştirilmez. Yetişmez de. Cafercan Aksu ile Arda Turan arasındaki makasın o yaşlarda sanıldığı kadar da büyük olmadığını, üstüne düşülse ondan da ortalama bir oyuncu çıkarılabileceğini varsaydığımız gün bir şeyler değişecektir. Nuri Şahin'in 2005'ten bugüne yaşadığı sürecin ders olarak okutulması gerekiyor kulüplerimize. Bunu başardığımız zaman Okay Yokuşlu'yu, Artun Akçakın'ı geleceğin Süper Lig oyuncuları gözüyle seyredebiliriz ancak...
Aslında internet alemini baya sıkı tarasam da o kadronun tamamına ulaşabilmek mümkün değil. FIFA, turnuvalarının kadrolarını saklıyor ama UEFA'nın böyle bir adeti yok. Kanırta kanırta final kadrosunu çıkarabiliyorsunuz sadece. Finalde Danimarka'yı geçen 'şampiyon kadro'ya baktığımızda isimlerin birçoğu yabancı. Arada parlayan iki isim var: Fatih Tekke ve Fevzi Tuncay...
Genç milli takımlarda, özellikle de bu yaş kategorilerinde her zaman savunduğum bir tez var: başarılı bir jenerasyondan en fazla iki-üç oyuncu A milli takım düzeyine ulaşabilir, gerisi gerçekten ekstradır. Bu kadroya baktığımızda da benzer bir tablo var ama o günün şartlarını farklı kılan bazı detaylar var. Genç milli takım yapılanması o günler için çok yeni ve 1990'da özerkliğin gelmesiyle daha önceleri angarya olarak görülen 21 yaş ve altı kategorilere ilk kez önem verilmeye başlanıyor. 1994'te ortaya çıkan bu jenerasyon da o yapılanmanın ilk meyvelerinden.
Genç oyuncu kavramının henüz oturmadığı "pişsin, otursun sırasını beklesin" gibi şehir efsanelerinin bugünkünden daha baskın olduğu o yıllarda bir umut ışığı olması gerekiyordu bu ekibin fakat kendini kabul ettirebilen sadece iki oyuncu çıkabildi bu kadrodan. Fatih Tekke'nin de ne şartlarda, kaç yaşında kendini ispatlayabildiğini unutmamak gerek. Bu saf yeteneği ehlileştiren, şekillendiren de yetiştiği kulüp değil, kendisi olmuştu ve bunu becerebildiğinde yaşı 26'yı gösteriyordu. Bu kadar büyük bir oyuncunun bugün İspanya ya da İtalya'da değil de Rusya'da mücadele ediyor olmasının sebebi sadece yaşıdır. Herkesten de Fatih Tekke olmasını, bir şeylere 'rağmen' futbolu öğrenmesini bekleyemezsiniz.
Buradan çıkarılması gereken sorun şu. Yeterli sayıda oyuncu 18-21 yaş aralığında forma şansı bulamaması o günlerden bugüne bir miras ve bu durum başarılı olmuş, olacak her jenerasyonumuzun başına bela olacak, potansiyeline asla erişememesini sağlamaya devam edecek. Bugün Galatasaray altyapısından çıkan birisi amiyane tabirle 'wonderkid' dört genç milli oyuncu takasta kiloyla defter satar gibi kullanılıyorsa bunun başlıca sebebi eksiklerine rağmen yeteneklerini ortaya koyma, maç tecrübesiyle eksiklerini değiştirme şansının doğru zamanda, doğru takımda verilmemiş olmasıdır.
Galatasaray burada bir değişken olsa da bu takas, 90'ların başından bugüne kadar değişen bir şey olmadığını açıkça gösteriyor. Son yazımda da söylediğim gibi, Arda Turan'ı oynatacak Ersun Yanal'lara, Uğur Uçar'ı oynayacak Ertuğrul Sağlam'lara, Manisaspor'lara, Kayserispor'lara ihtiyacı var bu ülkenin. Yoksa onun baldırı güçsüz, bunun onun oyun zekası kıt, armudun sapı, üzümün çöpü diyerek genç oyuncu yetiştirilmez. Yetişmez de. Cafercan Aksu ile Arda Turan arasındaki makasın o yaşlarda sanıldığı kadar da büyük olmadığını, üstüne düşülse ondan da ortalama bir oyuncu çıkarılabileceğini varsaydığımız gün bir şeyler değişecektir. Nuri Şahin'in 2005'ten bugüne yaşadığı sürecin ders olarak okutulması gerekiyor kulüplerimize. Bunu başardığımız zaman Okay Yokuşlu'yu, Artun Akçakın'ı geleceğin Süper Lig oyuncuları gözüyle seyredebiliriz ancak...
Unutulmazlar: Paolo Rossi
En büyük oyuncular yere düştükten sonra ayağa kalkabilenler olmuşlardır futbol tarihi boyunca. 1956 doğumlu Paolo Rossi de 1982 Dünya Kupası’na damga vurarak sahalara nasıl geri dönüleceğinin en güzel örneklerinden birini vermiştir ve ne kadar büyük bir golcü ve futbolcu olduğunu tüm dünyaya ispatlamıştır. İki sene topa ayağını sürmemiş Rossi, İspanya 82’yi sallayacak ve 6 golle gol krallığına uzanacaktı. Dünya Kupası’ndan birçok gol kralı gelip geçti belki ama bu krallığı farklı kılan bir taraf var. Rossi bunu turnuvayı takımına kazandırarak başaran ve Dünya Kupası’nın en değerlisi seçilen iki oyuncu var tarihte, diğeri de Mario Kempes. Kariyerinin tam ortasındaki iki yıllık boşluğun ardından Dünya Kupası’nda efsanevi bir dönüşe imza atan ve son 2006 Almanya’dan da esintiler de taşıyan Rossi’nin hikayesine başa sararak bir göz atmak gerek...
Juventus altyapısından yetişen Rossi’nin profesyonel kariyeri 76’da Como’ya tecrübe kazanması için kiralanmasıyla başlıyor. İlk sezonunda sadece altı maça çıkan 20 yaşındaki Rossi’nin sahneye çıkışı Vincenza’ya gidişiyle olur. Bölgesindeki oyuncuların sakatlanmasıyla takımının birinci opsiyonu haline gelen Rossi, yeteneklerini sergilemeye başlamış ve o sezon 21 golle Serie B’de gol krallığına uzanmıştı. Takımını Serie A’ya taşıdıktan gollerine devam eden genç İtalyan, zirve lige kısa sürede damgasını vurmayı bilmişti. 1977/78 sezonunda da 24 golle Serie A’nın gol kralı olan Rossi, bir ilki gerçekleştirerek İtalya’nın en üst düzey iki liginde peş peşe gol kralı olmayı başarmıştı. 22 yaşındaki bu genç oyuncu doğal olarak İtalya Milli Takımı’nın hocası Enzo Bearzot’un da dikkatini çeker ve genç gol kralı Arjantin’de düzenlenen Dünya Kupası kadrosuna dahil olur. Rossi, hocasını mahçup etmeyecek ve attığı üç golle turnuvayı dördüncü tamamlayan takımının en skorer oyuncusu olacaktı.
‘Genç Rossi’ kariyerinin zirvesindeydi ve Vicenza, İtalya’nın en büyük yeteneklerinden olan Rossi’nin bonservisini Juventus’tan almak istedi ve dönemin transfer rekoru olan 2.6 milyon lirete (1.75 milyon sterlin) milli golcüyü kadrosuna kattı. Bu transfer rekoru ancak dört sene sonra Diego Maradona’nın Barcelona’ya geçişiyle el değiştirecekti. Ne var ki bu büyük transfere imza atan Vicenza, Rossi’nin 15 golüne rağmen küme düşmekten kurtulamayacak ve genç İtalyan’ı sezon sonu Perugia’ya kiralamak zorunda kalacaktı.
Perugia’ya geçişiyle birlikte vites arttırması beklenen Rossi, o sezon kariyerini alt üst edecek olan bir bahis skandalına karışacaktı. 2006’da patlak veren Calciopoli skandalının atası olarak da bilinen Totonero skandalında adı geçen efsanevi golcü, 78’de Avellino ile oynanan maçta 2-2’lik skoru tayin ettiği gerekçesiyle üç yıl sahalardan men cezası alacaktı. Milan ve Lazio’nun küme düşürüldüğü skandalda en ağır darbeyi alan isimlerden biri de o olmuştu. Yoksa İtalyan futboluna damga vurması beklenen 24 yaşındaki Rossi’nin adı tarihin karanlık sayfalarından biriyle mi anılacaktı?
Bu sorunun cevabı belki birçokları için evetti ama o, bunu kabullenmeyecekti, kabullenemezdi. Cezası iki yıla düşürüldükten sonra 82 İspanya’nın hemen öncesinde futbola dönen Rossi, futbol topuna alışmadan İtalya Milli Takımı’na davet alacaktı. İtalya’nın hocası Enzo Bearzot’un bu kararı İtalya’da büyük olay yaratsa da o Rossi’ye güveniyordu ve bu güveninin boşa olmadığını sadece İtalya değil bütün dünya yakın zamanda görecekti.
İtalya, grup maçlarını üç maçta üç beraberlik alarak kılpayı geçerken Rossi, henüz gol atma başarısı gösterememişti. Enzo Bearzot’un bu tercihi ciddi şekilde sorgulanırken İtalya ikinci tur gruplarının son karşılaşmasında yarı final vizesi kovalıyordu, rakip ise Brezilya’ydı. Paolo Rossi, bu karşılaşmaya damga vuracak, Zicolu, Socratesli Brezilya’ya karşı attığı üç golle tarihin en önemli hattricklerinden birine imza atacaktı. İtalya’nın 3-2 kazanıp yarı finale yükselmesini sağlayan bu performansın tesadüf olmadığını yarı finalde Polonya’ya iki gol atarak gösteren Rossi, Santiago Bernabeu’daki finali de boş geçmedi. 90 bin kişinin önünde Batı Almanya’nın karşısına çıkan İtalya’yı 1-0 öne geçiren golü atan Rossi, takımını Dünya Kupası şampiyonluğuna taşımıştı. Futboldan uzak kaldığı iki sezonun ardından ayağa kalkan Rossi, dünya futbol tarihine geçti.
82 İspanya sonrası Juventus’ta dört başarılı sezon geçiren, ardından Milan ve Verona’da oynayarak 87’de kariyerini sonlandıran Rossi, o günden bu yana bir simgeye dönüştü. Bir futbolcu asla pes etmemelidir, büyük futbolcu en zor şartlarda geri dönmesini bilendir. Paolo Rossi bu sebeple unutulmazdır, efsanedir. Saygıyla anmak gerekir...
Juventus altyapısından yetişen Rossi’nin profesyonel kariyeri 76’da Como’ya tecrübe kazanması için kiralanmasıyla başlıyor. İlk sezonunda sadece altı maça çıkan 20 yaşındaki Rossi’nin sahneye çıkışı Vincenza’ya gidişiyle olur. Bölgesindeki oyuncuların sakatlanmasıyla takımının birinci opsiyonu haline gelen Rossi, yeteneklerini sergilemeye başlamış ve o sezon 21 golle Serie B’de gol krallığına uzanmıştı. Takımını Serie A’ya taşıdıktan gollerine devam eden genç İtalyan, zirve lige kısa sürede damgasını vurmayı bilmişti. 1977/78 sezonunda da 24 golle Serie A’nın gol kralı olan Rossi, bir ilki gerçekleştirerek İtalya’nın en üst düzey iki liginde peş peşe gol kralı olmayı başarmıştı. 22 yaşındaki bu genç oyuncu doğal olarak İtalya Milli Takımı’nın hocası Enzo Bearzot’un da dikkatini çeker ve genç gol kralı Arjantin’de düzenlenen Dünya Kupası kadrosuna dahil olur. Rossi, hocasını mahçup etmeyecek ve attığı üç golle turnuvayı dördüncü tamamlayan takımının en skorer oyuncusu olacaktı.
Perugia’ya geçişiyle birlikte vites arttırması beklenen Rossi, o sezon kariyerini alt üst edecek olan bir bahis skandalına karışacaktı. 2006’da patlak veren Calciopoli skandalının atası olarak da bilinen Totonero skandalında adı geçen efsanevi golcü, 78’de Avellino ile oynanan maçta 2-2’lik skoru tayin ettiği gerekçesiyle üç yıl sahalardan men cezası alacaktı. Milan ve Lazio’nun küme düşürüldüğü skandalda en ağır darbeyi alan isimlerden biri de o olmuştu. Yoksa İtalyan futboluna damga vurması beklenen 24 yaşındaki Rossi’nin adı tarihin karanlık sayfalarından biriyle mi anılacaktı?
Bu sorunun cevabı belki birçokları için evetti ama o, bunu kabullenmeyecekti, kabullenemezdi. Cezası iki yıla düşürüldükten sonra 82 İspanya’nın hemen öncesinde futbola dönen Rossi, futbol topuna alışmadan İtalya Milli Takımı’na davet alacaktı. İtalya’nın hocası Enzo Bearzot’un bu kararı İtalya’da büyük olay yaratsa da o Rossi’ye güveniyordu ve bu güveninin boşa olmadığını sadece İtalya değil bütün dünya yakın zamanda görecekti.
İtalya, grup maçlarını üç maçta üç beraberlik alarak kılpayı geçerken Rossi, henüz gol atma başarısı gösterememişti. Enzo Bearzot’un bu tercihi ciddi şekilde sorgulanırken İtalya ikinci tur gruplarının son karşılaşmasında yarı final vizesi kovalıyordu, rakip ise Brezilya’ydı. Paolo Rossi, bu karşılaşmaya damga vuracak, Zicolu, Socratesli Brezilya’ya karşı attığı üç golle tarihin en önemli hattricklerinden birine imza atacaktı. İtalya’nın 3-2 kazanıp yarı finale yükselmesini sağlayan bu performansın tesadüf olmadığını yarı finalde Polonya’ya iki gol atarak gösteren Rossi, Santiago Bernabeu’daki finali de boş geçmedi. 90 bin kişinin önünde Batı Almanya’nın karşısına çıkan İtalya’yı 1-0 öne geçiren golü atan Rossi, takımını Dünya Kupası şampiyonluğuna taşımıştı. Futboldan uzak kaldığı iki sezonun ardından ayağa kalkan Rossi, dünya futbol tarihine geçti.
Türk Asıllılar Milli Takımı
Her büyük turnuva yaklaştığında Brezilyalıların başka milli takımlarda görev alması gündeme gelir, bunun etik olup olmadığı tartışılır. Bu tartışmaların Türkiye ayağında ise Mehmet Aurelio yer alır. Japonya'da Alex, son dönemde dışarıda kalmış olsa da Almanya'da Kevin Kuranyi, Portekiz'de Deco vs vs... Bu oyunculardan rahatlıkla iddialı bir milli takım takım çıkarılabildiği her zaman söylenegelir. Fakat bizim atladığımız bir konu var ki o da başka milli takımlarda oynayan Türklerin de sayısının az olmadığı ve bu oyunculardan da bir milli takım oluşturulabildiği...
Defans hattındaki sağ bek sıkıntısını bir kenara koyarsak çift ön liberolu, bol ofansif orta sahalı, 3-6-1 dizilişli bir Türk Asıllılar Milli Takımı şu gün itibariyle mevcut. Bu oyunculardan dokuzu A milli düzeyde forma giymişliği var, bunlardan Mesut, Eren ve Gökhan, Güney Afrika'da da mücadele edecek. Hollanda genç milli takımlarında kaptanlık yapan Oğuzhan Özyakup'un Türkiye'yi tercih etmeyeceğini açıkça dile getirmişliği de varken şu takıma tek takviye Almanya'da henüz milli olmamış olan Ömer Toprak. İlk olarak Türkiye için oynayan, daha sonra Almanya'ya geçen Ömer'in tekrar milli takıma kazandırılma çalışmaları var, onu not düşerek şu takımı oluşturabiliriz.
İsviçre'nin 19 yaş altı takımında oynarken Türkiye tarafından ikna edilip ümit milli takıma kazandırılan Serkan Şahin'le daha başarılı bir yayılım oluşabilirdi belki ama varsın, o da olmayıversin. Ben üçlü oynatırım takımı! Aslında Galatasaraylı Barış Özbek de kullanılabilirdi bu takımda fakat oyuncuların A milli takım potansiyeli taşımasına özen gösterdiğimden onu şimdilik dip not olarak düşelim. Mevcut takımın ülkelere dağılımı ise şöyle;
Avusturya: Ümit Korkmaz, Ramazan Özcan, Yasin Pehlivan, Veli Kavlak
Almanya: Mesut Özil, Serdar Taşçı, Malik Fathi, Ömer Toprak
İsviçre: Gökhan İnler, Eren Derdiyok
Hollanda: Oğuzhan Özyakup
Defans hattındaki sağ bek sıkıntısını bir kenara koyarsak çift ön liberolu, bol ofansif orta sahalı, 3-6-1 dizilişli bir Türk Asıllılar Milli Takımı şu gün itibariyle mevcut. Bu oyunculardan dokuzu A milli düzeyde forma giymişliği var, bunlardan Mesut, Eren ve Gökhan, Güney Afrika'da da mücadele edecek. Hollanda genç milli takımlarında kaptanlık yapan Oğuzhan Özyakup'un Türkiye'yi tercih etmeyeceğini açıkça dile getirmişliği de varken şu takıma tek takviye Almanya'da henüz milli olmamış olan Ömer Toprak. İlk olarak Türkiye için oynayan, daha sonra Almanya'ya geçen Ömer'in tekrar milli takıma kazandırılma çalışmaları var, onu not düşerek şu takımı oluşturabiliriz.
------------------------Ramazan Özcan---------------------
----------Ömer Toprak---Serdar Taşçı---Malik Fathi------
--------------Yasin Pehlivan------Gökhan İnler------------
------------------------Oğuzhan Özyakup------------------
-------Ümit Korkmaz-----Mesut Özil------Veli Kavlak-----
-------------------------Eren Derdiyok---------------------
İsviçre'nin 19 yaş altı takımında oynarken Türkiye tarafından ikna edilip ümit milli takıma kazandırılan Serkan Şahin'le daha başarılı bir yayılım oluşabilirdi belki ama varsın, o da olmayıversin. Ben üçlü oynatırım takımı! Aslında Galatasaraylı Barış Özbek de kullanılabilirdi bu takımda fakat oyuncuların A milli takım potansiyeli taşımasına özen gösterdiğimden onu şimdilik dip not olarak düşelim. Mevcut takımın ülkelere dağılımı ise şöyle;
Avusturya: Ümit Korkmaz, Ramazan Özcan, Yasin Pehlivan, Veli Kavlak
Almanya: Mesut Özil, Serdar Taşçı, Malik Fathi, Ömer Toprak
İsviçre: Gökhan İnler, Eren Derdiyok
Hollanda: Oğuzhan Özyakup
Çağlar Birinci vs Galatasaray Altyapısı
Galatasaray yönetiminin Lidyalılar'a tepki olarak başlattığı transfer stratejisi tam gaz devam ediyor. Eldeki oyuncuları üçer beşer hediye edip kadroyu daraltmak, arada da bu takaslar sayesinde üç beş lira az vererek kâr etmenin bu transferlerin arkasındaki düşünce olduğunu okumak zor değil...
Çağlar Birinci'nin sol bek rotasyonuna bir opsiyon getireceği, Hakan Balta stopere kayınca sol tarafı boşalan Galatasaray'da benzer karakterli bir başka stoper-bek'in iş göreceği aşikâr. Fazla skor bulamasa da şut tehdidine sahip olması da artılar arasında sayılabilir lakin Çağlar Birinci'yi birçok kez izlemiş birisi olarak transferi uğruna dört genç oyuncuyu bonservisiyle verip üstüne para eklenecek bir oyuncu olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu transferin Galatasaray'daki esas karşılığı Hakan Balta'nın stopere çekilmesidir, Servet Çetin, Gökhan Zan ve Emre Güngör'ün gönderilme ihtimaline karşın bir stoper kazanılmasıdır. Elini cebine fazla atmadan bu hamleyi yapabilmek Galatasaray yönetimini şu gün için fazlasıyla mutlu etmiştir, peki ya gerisi...
Gerisi alabildiğine hayal kırıklığıdır benim için. Semih Kaya, Serdar Eylik, Erhan Şentürk, Murat Akça... Galatasaray altyapısını belli bir süredir takip edenler bilirler ki takasa verilen bu oyunculardan bazıları Galatasaray'a yükselme ihtimali olmayan, kapasitesi belli adamlar değiller. 20 yaşına henüz girmemiş olan Semih'in hikayesinden kitap yazılır. Altay'dan alınışı, yüzüne gelen tekme, Kalli'nin onu ilk 11 oynatmaya niyetlendiği gün altyapıda dört günde çıktığı üçüncü maçta dizini bırakması... Peki ya Serdar Eylik daha 10 ay önce (müthiş bir abartı olsa da) yeni Cristiano Ronaldo ilan edilmedi mi Galatasaray'da?..
Bugün ülkenin açık ara en iyi yerlisi ilan edilen Arda Turan, Manisaspor'a Ersun Yanal'ın özel isteğiyle kiralanmasa bugün Galatasaray'da oynayabileceğini kim iddia edebilir? Arda Ersun Yanal'ın, Uğur Ertuğrul Sağlam'ın kanatları altında palazalandı diye onlarca genci "kim nerde oynayabilir, hangi takım bunlara düzenli şans verir" diye düşünmeden sokağa atar gibi gönderip onlardan kendini ispatlamasını bekleyen bu zihniyet bugün iflas etmiştir. Elinde bonservisli oyuncusu varken hangi Süper Lig takımı senin altyapı oyuncunu parlatmak için çaba gösterir, hangi evrende yaşıyoruz? Ersun Yanal, Ertuğrul Sağlam, Abdullah Avcı, Suat Kaya. Galatasaray'a dönebilen bütün oyuncuların bu adamların tedrisatından geçmiş olmasının bir anlamı olsa gerek...
Gönderilen dört altyapı oyuncusu değildi bugün giden, Galatasaray altyapısı diye önümüze başarı hikayesi gibi koyulan bu sistemin başta organizasyon olmak üzere birçok defosu olduğunun ilanıdır bugün. Balon patlamıştır. Fatih Terim döneminde altyapıya alınan gençlerin kaymağını bile doğru dürüst yiyemeyen Galatasaray'ın bundan sonra "yeni bir Arda Turan"a kavuşması mucizelere bağlı. Semih Kaya, o yapılanmanın son ümidiydi, Semih de takasa veriliyorsa en az üç-dört sene Galatasaray altyapısından yeni ürün beklemeyi de unutun derim. Belki Berkin Arslan...
Bu transfer üzerine, gönderilecek oyuncular üzerine söylenecek çok ama çok şey var, fazla uzatmayalım. Çağlar'ın alınması bir başka rotasyon hamlesidir, yerindedir, gereklidir. Çok büyük işler beklememek kaydıyla tabii. İşin takas oyuncuları ayağını daha sonra detaylıca yazar, çizer, tartışırız...
Çağlar Birinci'nin sol bek rotasyonuna bir opsiyon getireceği, Hakan Balta stopere kayınca sol tarafı boşalan Galatasaray'da benzer karakterli bir başka stoper-bek'in iş göreceği aşikâr. Fazla skor bulamasa da şut tehdidine sahip olması da artılar arasında sayılabilir lakin Çağlar Birinci'yi birçok kez izlemiş birisi olarak transferi uğruna dört genç oyuncuyu bonservisiyle verip üstüne para eklenecek bir oyuncu olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu transferin Galatasaray'daki esas karşılığı Hakan Balta'nın stopere çekilmesidir, Servet Çetin, Gökhan Zan ve Emre Güngör'ün gönderilme ihtimaline karşın bir stoper kazanılmasıdır. Elini cebine fazla atmadan bu hamleyi yapabilmek Galatasaray yönetimini şu gün için fazlasıyla mutlu etmiştir, peki ya gerisi...
Gerisi alabildiğine hayal kırıklığıdır benim için. Semih Kaya, Serdar Eylik, Erhan Şentürk, Murat Akça... Galatasaray altyapısını belli bir süredir takip edenler bilirler ki takasa verilen bu oyunculardan bazıları Galatasaray'a yükselme ihtimali olmayan, kapasitesi belli adamlar değiller. 20 yaşına henüz girmemiş olan Semih'in hikayesinden kitap yazılır. Altay'dan alınışı, yüzüne gelen tekme, Kalli'nin onu ilk 11 oynatmaya niyetlendiği gün altyapıda dört günde çıktığı üçüncü maçta dizini bırakması... Peki ya Serdar Eylik daha 10 ay önce (müthiş bir abartı olsa da) yeni Cristiano Ronaldo ilan edilmedi mi Galatasaray'da?..
Bugün ülkenin açık ara en iyi yerlisi ilan edilen Arda Turan, Manisaspor'a Ersun Yanal'ın özel isteğiyle kiralanmasa bugün Galatasaray'da oynayabileceğini kim iddia edebilir? Arda Ersun Yanal'ın, Uğur Ertuğrul Sağlam'ın kanatları altında palazalandı diye onlarca genci "kim nerde oynayabilir, hangi takım bunlara düzenli şans verir" diye düşünmeden sokağa atar gibi gönderip onlardan kendini ispatlamasını bekleyen bu zihniyet bugün iflas etmiştir. Elinde bonservisli oyuncusu varken hangi Süper Lig takımı senin altyapı oyuncunu parlatmak için çaba gösterir, hangi evrende yaşıyoruz? Ersun Yanal, Ertuğrul Sağlam, Abdullah Avcı, Suat Kaya. Galatasaray'a dönebilen bütün oyuncuların bu adamların tedrisatından geçmiş olmasının bir anlamı olsa gerek...
Gönderilen dört altyapı oyuncusu değildi bugün giden, Galatasaray altyapısı diye önümüze başarı hikayesi gibi koyulan bu sistemin başta organizasyon olmak üzere birçok defosu olduğunun ilanıdır bugün. Balon patlamıştır. Fatih Terim döneminde altyapıya alınan gençlerin kaymağını bile doğru dürüst yiyemeyen Galatasaray'ın bundan sonra "yeni bir Arda Turan"a kavuşması mucizelere bağlı. Semih Kaya, o yapılanmanın son ümidiydi, Semih de takasa veriliyorsa en az üç-dört sene Galatasaray altyapısından yeni ürün beklemeyi de unutun derim. Belki Berkin Arslan...
Bu transfer üzerine, gönderilecek oyuncular üzerine söylenecek çok ama çok şey var, fazla uzatmayalım. Çağlar'ın alınması bir başka rotasyon hamlesidir, yerindedir, gereklidir. Çok büyük işler beklememek kaydıyla tabii. İşin takas oyuncuları ayağını daha sonra detaylıca yazar, çizer, tartışırız...
Galatasaray'a Doğru Musa Çağıran
Musa Çağıran'la ilgili görüş belirtirken sürekli not düştüğüm bir konu vardı. Defansif orta sahayı değerlendirirken izlemek elzemdir. Bence bir orta saha oyuncusunun en temel görevi alanını arkadaşlarıyla iyi paylaşmak ve orayı iyi savunmaktır. Stoperden orta sahanın ortasına geçen Musa için de televizyondan değerlendirme yapmak doğru değil diye düşünüp İzmir'de Musa'yı izleme olanağı bulunan Burak Beşinci 'den onu analiz etmesini istemiştim.*
Bank Asya 1. Lig Yükselme Grubu'nda Altay'ın da yer alması onu izlemek açısından büyük şanstı. Altay'ın bütün maçlarının Olimpiyat Stadı'na verilmesi problem oldu, ikinci maçları da özel sebeplerle kaçırınca Musa'yı sadece final maçında seyredebildim. Peşinen söylemek gerekirse Musa'nın Galatasaray'da iyi bir rol oyuncusu olacağını düşünmekle beraber 2008 model Mehmet Topal beklemenin hayal kırıklığı yaratacağı yönünde.
Öncelikle hakkını vermek lazım ki alanını boş bırakmayan ve topun sahadaki konumuna göre iyi pozisyon alan bir oyuncu. Savunmaya çekildiğinde sol forvet Molina'nın gömülmesiyle dörtlü, normalde üçlü dizilen Altay orta sahanın merkezinde yer alıyor. Takım ön alana yerleştiğinde tereddüt etmeden şut denemesini de olumlu buldum. Bu konuda Topal'ın önüne yazabiliriz lakin birkaç defosuna da değinmek lazım.
Musa Çağıran, net olarak yavaş bir oyuncu. Hem tempo hem de çeviklik bakımından. Pasları olumlu ve çoğunlukla doğru olsa da oyunu hızlandırma, tempo ayarlama konusunda sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Topu alıp ters yöndeki bir oyuncuya verene kadar geçmesi gereken zaman haddinden fazla. Bunu bir kenara bırakalım, bence aldığı en büyük eksi puan sorumluluktan uzak oyunuydu. Mustafa Sarp'ın ilk yarıdaki başarılı performansında arkadaşlarına sürekli pas opsiyonu yaratması ve top arkadaşlarındayken hareketli olması vardı. Musa'nın bu konuda eksikleri olduğunu düşünüyorum. Üstüne düşerse geliştirebilir elbette ama
Kısacası o bölge için iyi bir alternatif fakat şimdilik yetersiz bir ilk 11 oyuncusu olacağını söyleyebilirim. 20 yaşındaki bir orta sahadan ne beklenmeli sorusunu sorarsak benim cevabım öncelikle maç tecrübesi olurdu. Musa'nın bu açıdan hakkını yemeyelim. Önemli bir dönemi ikinci ligin her daim iddialı ekiplerinden birinde düzenli forma bularak geçirdi. Maç tecrübesi bakımından Mehmet Topal'ın dahi önüne yazılır bu açıdan ama Topal'ın Valencia'ya gitmesi sonrası transfer yolunun benzerliği sebebiyle "Yeni bir Mehmet Topal" beklentisi oluşturmamak gerekli. Musa bence iyi bir yatırım ama o bölgenin ihtiyaçlarını karşılayacak en az iki oyuncuya ihtiyaç var. Bunlardan biri profesyonel kariyerine başlar başlamaz Avusturya Milli Takımı'na kapağı atan Yasin Pehlivan olursa o rolü Musa ile paylaşabilirler. Yerli defansif orta saha ihtiyacını mevcut havuzdan karşılayabilecek en makul oyuncu şu anda Yasin. Transferi gerçekleşirse onun da üstüne konuşuruz.
Bank Asya 1. Lig Yükselme Grubu'nda Altay'ın da yer alması onu izlemek açısından büyük şanstı. Altay'ın bütün maçlarının Olimpiyat Stadı'na verilmesi problem oldu, ikinci maçları da özel sebeplerle kaçırınca Musa'yı sadece final maçında seyredebildim. Peşinen söylemek gerekirse Musa'nın Galatasaray'da iyi bir rol oyuncusu olacağını düşünmekle beraber 2008 model Mehmet Topal beklemenin hayal kırıklığı yaratacağı yönünde.
Öncelikle hakkını vermek lazım ki alanını boş bırakmayan ve topun sahadaki konumuna göre iyi pozisyon alan bir oyuncu. Savunmaya çekildiğinde sol forvet Molina'nın gömülmesiyle dörtlü, normalde üçlü dizilen Altay orta sahanın merkezinde yer alıyor. Takım ön alana yerleştiğinde tereddüt etmeden şut denemesini de olumlu buldum. Bu konuda Topal'ın önüne yazabiliriz lakin birkaç defosuna da değinmek lazım.
Musa Çağıran, net olarak yavaş bir oyuncu. Hem tempo hem de çeviklik bakımından. Pasları olumlu ve çoğunlukla doğru olsa da oyunu hızlandırma, tempo ayarlama konusunda sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Topu alıp ters yöndeki bir oyuncuya verene kadar geçmesi gereken zaman haddinden fazla. Bunu bir kenara bırakalım, bence aldığı en büyük eksi puan sorumluluktan uzak oyunuydu. Mustafa Sarp'ın ilk yarıdaki başarılı performansında arkadaşlarına sürekli pas opsiyonu yaratması ve top arkadaşlarındayken hareketli olması vardı. Musa'nın bu konuda eksikleri olduğunu düşünüyorum. Üstüne düşerse geliştirebilir elbette ama
Kısacası o bölge için iyi bir alternatif fakat şimdilik yetersiz bir ilk 11 oyuncusu olacağını söyleyebilirim. 20 yaşındaki bir orta sahadan ne beklenmeli sorusunu sorarsak benim cevabım öncelikle maç tecrübesi olurdu. Musa'nın bu açıdan hakkını yemeyelim. Önemli bir dönemi ikinci ligin her daim iddialı ekiplerinden birinde düzenli forma bularak geçirdi. Maç tecrübesi bakımından Mehmet Topal'ın dahi önüne yazılır bu açıdan ama Topal'ın Valencia'ya gitmesi sonrası transfer yolunun benzerliği sebebiyle "Yeni bir Mehmet Topal" beklentisi oluşturmamak gerekli. Musa bence iyi bir yatırım ama o bölgenin ihtiyaçlarını karşılayacak en az iki oyuncuya ihtiyaç var. Bunlardan biri profesyonel kariyerine başlar başlamaz Avusturya Milli Takımı'na kapağı atan Yasin Pehlivan olursa o rolü Musa ile paylaşabilirler. Yerli defansif orta saha ihtiyacını mevcut havuzdan karşılayabilecek en makul oyuncu şu anda Yasin. Transferi gerçekleşirse onun da üstüne konuşuruz.
Arsenal-Bordeaux Hattı: Chamakh & Gourcuff
Geçen sezonun en iyi çıkış yapan oyuncularından birisi tartışmasız Yoann Gourcuff'tü. O dönem Milan'dan kiralık olan Bordeaux'nun oyun kurucusu sezon sonu İtalyan devine dönmeyi reddetmişti. Bunun nedeninin şampiyonluğa taşıdığı takımıyla Şampiyonlar Ligi'nde mücadele etmek kadar piyasasını İtalya'da ziyan etmek yerine bir sene bekleyip Ada'ya açılma olduğu belliydi. Pasaportta Fransa yazınca da bu kalibrede bir oyuncunun adresi Arsenal oluyor.
Geçen hafta benim çok beğendiğim bir oyuncu olan Maruone Chamakh'ı bosmandan kadrosuna kattıkları yetmiyormuş gibi şimdi de Gourcuff'a talipler. Büyük oyuncu Cesc Fabregas'ın yüklü bir bonservis karşılığında Barcelona'ya gitme ihtimaline karşı Bordeaux'yla suyu ısıtmaya başladılar, açılış fiyatı 25 milyon avro gibi gözüküyor. Şampiyonlar Ligi'nde muhteşem bir sezon geçirmelerine rağmen yerel bir eşleşmeye takılan Bordeaux, bu sezon Avrupa kupalarında yok. Bu durumda piyasası tavan yapmış bir Yoann Gourcuff'ü Dünya Kupası sonrası takımda tutmaları pek mümkün değil.
Ön alanı Chamakh, orta olanı Gourcuff'le takviye eden Arsenal, Fabregas'ın gidişinden takasla gelebilecek Yaya Toure'yle para dahi harcamadan geçen senenin üstüne koymuş bir kadroyla yola devam edebilir. Ligin en özel iki-üç oyuncusundan biri olan Cesc'in insanüstü performanslarına rağmen tüm sezonu fit geçirebilen bir oyuncu olmadığını biliyoruz. Üç üst düzey oyuncuyla kadrosunu takviye eden bir Arsenal fikri bana çekici geliyor açıkçası. Fabregas'tan gelecek para hariç Arsene Wenger'in emrine verilmiş bir 45 milyon avro olduğunu da es geçmemek gerek. Seneye Arsenal'i daha büyük bir keyifle izleyebiliriz...
Geçen hafta benim çok beğendiğim bir oyuncu olan Maruone Chamakh'ı bosmandan kadrosuna kattıkları yetmiyormuş gibi şimdi de Gourcuff'a talipler. Büyük oyuncu Cesc Fabregas'ın yüklü bir bonservis karşılığında Barcelona'ya gitme ihtimaline karşı Bordeaux'yla suyu ısıtmaya başladılar, açılış fiyatı 25 milyon avro gibi gözüküyor. Şampiyonlar Ligi'nde muhteşem bir sezon geçirmelerine rağmen yerel bir eşleşmeye takılan Bordeaux, bu sezon Avrupa kupalarında yok. Bu durumda piyasası tavan yapmış bir Yoann Gourcuff'ü Dünya Kupası sonrası takımda tutmaları pek mümkün değil.
Ön alanı Chamakh, orta olanı Gourcuff'le takviye eden Arsenal, Fabregas'ın gidişinden takasla gelebilecek Yaya Toure'yle para dahi harcamadan geçen senenin üstüne koymuş bir kadroyla yola devam edebilir. Ligin en özel iki-üç oyuncusundan biri olan Cesc'in insanüstü performanslarına rağmen tüm sezonu fit geçirebilen bir oyuncu olmadığını biliyoruz. Üç üst düzey oyuncuyla kadrosunu takviye eden bir Arsenal fikri bana çekici geliyor açıkçası. Fabregas'tan gelecek para hariç Arsene Wenger'in emrine verilmiş bir 45 milyon avro olduğunu da es geçmemek gerek. Seneye Arsenal'i daha büyük bir keyifle izleyebiliriz...
Kayıp Kral: Ariza Makukula
Ligin karakterini en iyi yansıtan oyuncu kimdir sorusu bana yöneltilse cevabım tereddütsüz Ariza Makukula olurdu (TFF'ye göre Aziza, diğerlerine göre Ariza. Nüfus memuru kurbanı olabilir.). Portekizli oyuncu topraklarda yetişmiş forvetlerin dahi artık gol atmakta zorlandığı ligimizde nasıl gol atılacağının, yani kazanılacağının dersini verdi bu sezon. Bu 'özel ders'in ücreti ise finansal açıdan ligin en rahat ekiplerinden olan Kayserispor'a bile fazla gelince de son kral, yükselmiş piyasasını da düşünüp Portekiz'e döndü...
Bunun artık ligin değişmez dinamiklerinden biri haline gelmesi Türkiye Ligi için kötü bir haber, hele ki bu durum İstanbul'un dışına sıçramışsa. Bir oyuncu Türkiye'de büyük kontrat alabilir, normaldir lakin 2 milyon avroluk kontratı Avrupa kupalarına katılmayan bir ekipten istemesi artık işin absürdleştiği anlamına geliyor. Kayserispor'un bu transferi zorlamamasını anlayışla karşılamak lazım.
Öte yandan lige bu kadar iyi uyum sağlamış, başarılı bir santrforu ülke sınırları içinde tutabilmek gerek. Kayserispor'la yapılan kontrattaki bağlayıcı maddeden de kurtulan Benfica'nın onu 4-5 milyon avrodan aşağı bırakmayacağı açık fakat Türkiye'de harcanan bonservis bedelleri düşünüldüğünde İstanbul ekiplerinden muhakkak bir talibi çıkacaktır. Benim favorim aslında Beşiktaş ama yabancı kontenjanı en problemli kulüpler aynı zamanda ve en az üç yabancısını elden çıkarmadan Makukula'ya sulanmaları mümkün değil. Galatasaray'ın merkez forveti Baros'ken bu transfer pek akıllıca değil ama Fenerbahçe, Güiza'nın gönderilmesi durumunda daha da acilleşen yerel başarı ihtiyacını düşünüp kısa vadedeki en etkili forvet çözümü olan Makukula'ya yönelebilir. Bekleyelim, görelim...
Türkiye'de oyunculara ödenen fahiş bütçelerin yarattığı en önemli handikap bu. Doğru fiyata aldığınız ve başarıyı da yakalayan bir yabancı oyuncu yerel dinamikleri çözdüğü an kapıyı yıllık 2 milyon avrodan aşağı açmıyor. Brezilya'dan gelip ilk senesinin sonunda Beşiktaş'tan benzer bir kontrat koparan Bobo var mesela. Brezilya'dan genç yetenek getirip parlatıyorsunuz ve ilk sezonunda ipler onun eline geçiyor ve maaşını üçe-dörde katlıyor. Kariyeri Türkiye'nin üzerinde gezen adamları anlarım ama Türkiye'de parlayan oyuncunun bu kadar çabuk absürt kontratları daha ilk senesinin sonunda alabilmesini anlayamam.
Bunun artık ligin değişmez dinamiklerinden biri haline gelmesi Türkiye Ligi için kötü bir haber, hele ki bu durum İstanbul'un dışına sıçramışsa. Bir oyuncu Türkiye'de büyük kontrat alabilir, normaldir lakin 2 milyon avroluk kontratı Avrupa kupalarına katılmayan bir ekipten istemesi artık işin absürdleştiği anlamına geliyor. Kayserispor'un bu transferi zorlamamasını anlayışla karşılamak lazım.
Öte yandan lige bu kadar iyi uyum sağlamış, başarılı bir santrforu ülke sınırları içinde tutabilmek gerek. Kayserispor'la yapılan kontrattaki bağlayıcı maddeden de kurtulan Benfica'nın onu 4-5 milyon avrodan aşağı bırakmayacağı açık fakat Türkiye'de harcanan bonservis bedelleri düşünüldüğünde İstanbul ekiplerinden muhakkak bir talibi çıkacaktır. Benim favorim aslında Beşiktaş ama yabancı kontenjanı en problemli kulüpler aynı zamanda ve en az üç yabancısını elden çıkarmadan Makukula'ya sulanmaları mümkün değil. Galatasaray'ın merkez forveti Baros'ken bu transfer pek akıllıca değil ama Fenerbahçe, Güiza'nın gönderilmesi durumunda daha da acilleşen yerel başarı ihtiyacını düşünüp kısa vadedeki en etkili forvet çözümü olan Makukula'ya yönelebilir. Bekleyelim, görelim...
Ariza Makukula / Kayserispor: 29 maç, 21 gol
Spor İletişimi Dergisi, Sayı 2
Kadir Has Üniversitesi Spor İletişimi programındaki arkadaşlarla bir dergi çıkarıyoruz bildiğiniz gibi, ilk sayısını blogda paylaşmıştım. Bu kez benim çok bir katkım olmasa da arkadaşlar sizlerin de eleştirilerini göz önüne alıp özellikle görsel anlamda çok daha başarılı bir ikinci sayı çıkardılar. İçerik diğer sayıda olduğu gibi yine dolu, birçok özgün yazıya rastlamanız mümkün. Gittikçe daha kaliteli bir iş ortaya çıkacağı aşikâr, bir göz atmadan geçmeyin derim.
Altay 2-2 Konyaspor || Bir İzmir Klasiği...
Maç seyretmek için Olimpiyat Stadı denen garabete gitmeyi göze almış ben ve benim gibi futbolseverler için keyifli, İzmir ekibi Altay'ın taraftarları için hoş olmayan bir final oldu. Dört yılda İzmir takımlarının oynadığı üçüncü play-off finali bu ve her zaman olduğu gibi kazanan rakip takım oldu. Yükselme Ligi'nde hiçbir rakibine yenilmeyen ve 7 puanla zirve ligi hakeden Konyaspor'a tebrikler. İnşallah düz futbol kimlikleri de Euro 2016 kapsamında yapılacak stadyumla birlikte değişir.
Altay adına efsanevi Kasımpaşa finalinden hallice bir maç izledik. İlk yarıyı üstün kapatan bir Altay, ardından 60'larda Ramazan'dan gelen iki gol, ki ikincisi hakikaten enfes, ve Altay'ın son dakikalara sığdırdığı bir gol, bir kırmızı kart...
Ön alana Burak, Şehmus ve soldan uzak forvet rolünde Molina ile yayılmaya çalışan Altay karşısında beraberlik için çıktığı her halinden belli, iki çapalı klasik 4-4-1-1 yayılımıyla çıkmış bir Konyaspor vardı. Maçın farklılık yaratan en önemli oyuncusu açık ara Altay'ın sağ açığı Musa Sinan Yılmazer oldu. Daha önce dikkatimi çeken bir oyuncu olmamıştı ama bu maçta sağ kanattan Konyaspor'u resmen dağıttı ve uzak direğe kestiği her top Altay için pozisyona dönüştü. İlk yarıdaki gol de böyle geldi. Bunu oyundan alınana dek 3-4 kez tekrarladı sanıyorum. 87 doğumlu bir oyuncu, gelecek vadeden oyuncu demek için biraz geç lakin şu maçta Süper Lig ışığı veren iki-üç adamdan biri oldu.
Altay'ın Musa'nın asisti ile öne geçtiği maçın kaderi ise ilk anda önemsiz gibi gelen 30. dakikaydı. Bu dakikada oyuna giren Ramazan, ikinci yarının ilk bölümünde takımı adına iki gol attı. Altay'ın skor avantajı sebebiyle oyunu daha geride kabul etmesinin de avantajıyla özellikle duran toplarla kaleyi yokluyordu Konyaspor. Bu yerleşik akınların birinde kaleyi deneyen Ramazan, stoperlerin yardımıyla sağ köşeden topun kaleye girmesini sağladı. Avantaj Konyaspor'a geçti derken hemen hemen aynı yerden bu kez akıl almaz bir aşırtma vuruşuyla uzak sağ köşeyi gördü Ramazan. Şu golü Galatasaray'da atabilecek kaç oyuncu sayabilirim bilmiyorum ama izledim iki Konyaspor maçında da müthiş goller izledim. Havasından mıdır, suyundan mıdır bilmiyorum ama mükemmeldi hakikaten. Bir şekilde bulun golün videosunu izleyin.
Ziya Doğan'ın Konyaspor'una getirilen en önemli eleştiri sürekli öne geçtiği maçlarda skor avantajını korumak için tabiri caizse yatmasıydı, bu maçta hızlı bir geri dönüşe imza attılar. Bu arada en etkili oyuncusu Musa Sinan'ı kenara alan Güvenç Kurtar ise muhtemelen pişman olmakla meşguldü. Altay'ın kanatlardan baskı kurma denemeleri yine başladı ama Musa olsa daha etkili olunabilirdi diye düşünüyorum, yanda oturan Altaylı amcalar da benimle aynı fikirdeydi. İzmir'den gelen telefonlara "11 numarayı çıkardı Güvenç, maçı verdi" şeklinde yanıtlarından benim çıkardığım buydu en azından.
Karşıyaka maçını izlemedim Konya'nın ama Görkem Görk'ün yerden başarılı müdahelelerini kenara koyarsak havadan zayıf bir defans hatları varmış izlenimini edindim. Altay'ın panik anlarında göbeğe şişirdiği her top gününde olmayan Burak ve Şehmus'un bir şekilde topu Altay'da tutmasıyla sonuçlandı, kenardan kesilen her top tehlike yarattı. Zaten maçı 2-2'ye getiren gol de bir türlü kafayla uzaklaştırılamayan bir top sayesinde geldi.
Son dakikalarda kendimi kaptırıp "Büyük Altay" tezahüratlarına katılsam da 90. dakikada Altay kalecisinin atılmasıyla daha da enteresanlaşan maçın sonu destansı değil beklendiği gibi geldi. Bize de en yakın yerleşim birimine kilometrelerce yürümek kaldı...
Son bir not, bu maçı izlemek istememin başlıca sebeplerinden biri de Musa Çağıran'dı, hatta maçı bırakıp bir süre sırf onu izledim. Televizyondan edindiğimiz fikirlerle harmanlayıp bir değerlendirme yazısı yazacağım, bu maçtan ayrı olarak...
Altay adına efsanevi Kasımpaşa finalinden hallice bir maç izledik. İlk yarıyı üstün kapatan bir Altay, ardından 60'larda Ramazan'dan gelen iki gol, ki ikincisi hakikaten enfes, ve Altay'ın son dakikalara sığdırdığı bir gol, bir kırmızı kart...
Ön alana Burak, Şehmus ve soldan uzak forvet rolünde Molina ile yayılmaya çalışan Altay karşısında beraberlik için çıktığı her halinden belli, iki çapalı klasik 4-4-1-1 yayılımıyla çıkmış bir Konyaspor vardı. Maçın farklılık yaratan en önemli oyuncusu açık ara Altay'ın sağ açığı Musa Sinan Yılmazer oldu. Daha önce dikkatimi çeken bir oyuncu olmamıştı ama bu maçta sağ kanattan Konyaspor'u resmen dağıttı ve uzak direğe kestiği her top Altay için pozisyona dönüştü. İlk yarıdaki gol de böyle geldi. Bunu oyundan alınana dek 3-4 kez tekrarladı sanıyorum. 87 doğumlu bir oyuncu, gelecek vadeden oyuncu demek için biraz geç lakin şu maçta Süper Lig ışığı veren iki-üç adamdan biri oldu.
Altay'ın Musa'nın asisti ile öne geçtiği maçın kaderi ise ilk anda önemsiz gibi gelen 30. dakikaydı. Bu dakikada oyuna giren Ramazan, ikinci yarının ilk bölümünde takımı adına iki gol attı. Altay'ın skor avantajı sebebiyle oyunu daha geride kabul etmesinin de avantajıyla özellikle duran toplarla kaleyi yokluyordu Konyaspor. Bu yerleşik akınların birinde kaleyi deneyen Ramazan, stoperlerin yardımıyla sağ köşeden topun kaleye girmesini sağladı. Avantaj Konyaspor'a geçti derken hemen hemen aynı yerden bu kez akıl almaz bir aşırtma vuruşuyla uzak sağ köşeyi gördü Ramazan. Şu golü Galatasaray'da atabilecek kaç oyuncu sayabilirim bilmiyorum ama izledim iki Konyaspor maçında da müthiş goller izledim. Havasından mıdır, suyundan mıdır bilmiyorum ama mükemmeldi hakikaten. Bir şekilde bulun golün videosunu izleyin.
Ziya Doğan'ın Konyaspor'una getirilen en önemli eleştiri sürekli öne geçtiği maçlarda skor avantajını korumak için tabiri caizse yatmasıydı, bu maçta hızlı bir geri dönüşe imza attılar. Bu arada en etkili oyuncusu Musa Sinan'ı kenara alan Güvenç Kurtar ise muhtemelen pişman olmakla meşguldü. Altay'ın kanatlardan baskı kurma denemeleri yine başladı ama Musa olsa daha etkili olunabilirdi diye düşünüyorum, yanda oturan Altaylı amcalar da benimle aynı fikirdeydi. İzmir'den gelen telefonlara "11 numarayı çıkardı Güvenç, maçı verdi" şeklinde yanıtlarından benim çıkardığım buydu en azından.
Karşıyaka maçını izlemedim Konya'nın ama Görkem Görk'ün yerden başarılı müdahelelerini kenara koyarsak havadan zayıf bir defans hatları varmış izlenimini edindim. Altay'ın panik anlarında göbeğe şişirdiği her top gününde olmayan Burak ve Şehmus'un bir şekilde topu Altay'da tutmasıyla sonuçlandı, kenardan kesilen her top tehlike yarattı. Zaten maçı 2-2'ye getiren gol de bir türlü kafayla uzaklaştırılamayan bir top sayesinde geldi.
Son dakikalarda kendimi kaptırıp "Büyük Altay" tezahüratlarına katılsam da 90. dakikada Altay kalecisinin atılmasıyla daha da enteresanlaşan maçın sonu destansı değil beklendiği gibi geldi. Bize de en yakın yerleşim birimine kilometrelerce yürümek kaldı...
Son bir not, bu maçı izlemek istememin başlıca sebeplerinden biri de Musa Çağıran'dı, hatta maçı bırakıp bir süre sırf onu izledim. Televizyondan edindiğimiz fikirlerle harmanlayıp bir değerlendirme yazısı yazacağım, bu maçtan ayrı olarak...
Bayern 0-2 Inter || Madrid'in Kazananı...
Denk bir mücadeleden tutun, iki tarafın da birbirini tarttığı bir maça kadar zilyon tane klişeyi kullanabileceğiniz türden bir maçtı lakin dengeyi bozan iki adam vardı maçta. Daha doğrusu biri yoktu. Diego Milito ve Franck Ribery... Ha bir de Jose Mourinho...
Galatasaray, Zaragoza küme düştüğünde Zaragoza'nın forvet hattından bir oyuncuya talip olmuştu ve bu adamın bonservisi için 13 milyon avro teklif vermişti. O forvet hattının diğer elemanı ise sessiz sedasız Genoa'ya 13 milyon avro bonservis bedeliyle imza attı. Galatasaray'ın talip olduğu ama o teklife rağmen yine alamadığı oyuncu Ricardo Oliviera'ydı, Genoa'nın transfer ettiği oyuncu ise Diego Milito.
Şu gün itibariyle dünyanın en iyi forveti methiyeleri düzülecektir kendisine, ayağına geleni gol yapıyor denecektir ama Milito'nun bu sezonun başından bu yana Inter'i taşıyan adamların başında geldiği zaten aşikârdı. Mourinho, onun için "Ben ve takımım Milito'ya aşığız" der mi bilmiyorum ama aşık olması gerek. En kritik anda ayağı titremeyen, kaybolmayan adam büyük adamdır. İki pozisyonla maçın düğümünü çözdü. İlk servisi boş geçmediği gibi ikincide yarattığı sihir akıl almazdı. Sanırım topu aldığı nokta 30 metreye yakındı ama Van Buyten'i birebirde pazara göndererek uzak köşeyi gördü Arjantinli. Şahane. Sadece alkışlamak ve saygı duymak gerek...
Jose Mourinho ve Louis van Gaal hakikaten birbirini iliğine kadar bilen iki kurt teknik adam. Bu dersine çalışmışlığın getirisi elbette bizler için görüntüde sıkıcı futbol, birbirinin yıldızlarını kilitlemiş iki takımdan başka bir şey olmayacaktı görüntüde lakin müthiş bir futbol aklı vardı sahada. Bunu çözen ise en büyük silahı sahada olan Inter yani 'çaylak' Mourinho oldu.
Bana kalırsa Bayern bu sezonun en güzel hikayesini yazan ekip oldu Avrupada. Aralık ayında yokları oynayan bir takım futbolunu dirilttiği gibi tarihi bir başarıya yürümüştü. Bunun ödülü almaya yakındılar fakat %51'i sahaya koyan Inter oldu ve kaleyi bulan iki şutuyla maçı almasını bildi. Gol atan kazanır usülüne göre oynanan maçta 'usta'nın da yapacak çok hamlesi yoktu. Etkisiz Olic'in kenara gelişi vs. de kâr etmedi ve Madrid'in çimlerinde depar atan Mourinho oldu.
Bu adamın ne kadar büyük bir meydan okuyucu olduğunu bilmeyen yok. Porto'da başlattığı yürüyüşü sermayeyi adam edip Chelsea'ye bir düzen getirerek devam ettiren Portekizli, Avrupa özürlü Inter'e Şampiyonlar Ligi getirmeyi başardı. Para var diyebilirsiniz ama asla kolay iş değil. En büyük transferi Ibrahimovic takasında kullanılan Eto'o olan, Real'den yaka paça gönderilen Sneijder ile, Bayern'de eskisi kadar kuvvetli olmadığı gerekçesiyle yol verilen Lucio ile bir Şampiyonlar Ligi şampiyonu yarattı bu adam. Elediği her rakibine de üstünlük kurmuştur, buna çok eleştirildikleri Barça eşleşmesi de dahildir benim gözümde. Tercümanlıktan gelmiş, ayağına top değmemiş adam Mourinho, dünya futboluna damga vurmaya devam ediyor. Yeni durağının bugün zafer deparları attığı Santiago Bernabeu olması ise çok uzak değil...
Üstünden daha sonra geçeceğimiz son bir not. Bundesliga-Serie A savaşında son sene de olsa onurunu kurtarmayı başaran İtalya Ligi oldu.
Galatasaray, Zaragoza küme düştüğünde Zaragoza'nın forvet hattından bir oyuncuya talip olmuştu ve bu adamın bonservisi için 13 milyon avro teklif vermişti. O forvet hattının diğer elemanı ise sessiz sedasız Genoa'ya 13 milyon avro bonservis bedeliyle imza attı. Galatasaray'ın talip olduğu ama o teklife rağmen yine alamadığı oyuncu Ricardo Oliviera'ydı, Genoa'nın transfer ettiği oyuncu ise Diego Milito.
Şu gün itibariyle dünyanın en iyi forveti methiyeleri düzülecektir kendisine, ayağına geleni gol yapıyor denecektir ama Milito'nun bu sezonun başından bu yana Inter'i taşıyan adamların başında geldiği zaten aşikârdı. Mourinho, onun için "Ben ve takımım Milito'ya aşığız" der mi bilmiyorum ama aşık olması gerek. En kritik anda ayağı titremeyen, kaybolmayan adam büyük adamdır. İki pozisyonla maçın düğümünü çözdü. İlk servisi boş geçmediği gibi ikincide yarattığı sihir akıl almazdı. Sanırım topu aldığı nokta 30 metreye yakındı ama Van Buyten'i birebirde pazara göndererek uzak köşeyi gördü Arjantinli. Şahane. Sadece alkışlamak ve saygı duymak gerek...
Jose Mourinho ve Louis van Gaal hakikaten birbirini iliğine kadar bilen iki kurt teknik adam. Bu dersine çalışmışlığın getirisi elbette bizler için görüntüde sıkıcı futbol, birbirinin yıldızlarını kilitlemiş iki takımdan başka bir şey olmayacaktı görüntüde lakin müthiş bir futbol aklı vardı sahada. Bunu çözen ise en büyük silahı sahada olan Inter yani 'çaylak' Mourinho oldu.
Bana kalırsa Bayern bu sezonun en güzel hikayesini yazan ekip oldu Avrupada. Aralık ayında yokları oynayan bir takım futbolunu dirilttiği gibi tarihi bir başarıya yürümüştü. Bunun ödülü almaya yakındılar fakat %51'i sahaya koyan Inter oldu ve kaleyi bulan iki şutuyla maçı almasını bildi. Gol atan kazanır usülüne göre oynanan maçta 'usta'nın da yapacak çok hamlesi yoktu. Etkisiz Olic'in kenara gelişi vs. de kâr etmedi ve Madrid'in çimlerinde depar atan Mourinho oldu.
Bu adamın ne kadar büyük bir meydan okuyucu olduğunu bilmeyen yok. Porto'da başlattığı yürüyüşü sermayeyi adam edip Chelsea'ye bir düzen getirerek devam ettiren Portekizli, Avrupa özürlü Inter'e Şampiyonlar Ligi getirmeyi başardı. Para var diyebilirsiniz ama asla kolay iş değil. En büyük transferi Ibrahimovic takasında kullanılan Eto'o olan, Real'den yaka paça gönderilen Sneijder ile, Bayern'de eskisi kadar kuvvetli olmadığı gerekçesiyle yol verilen Lucio ile bir Şampiyonlar Ligi şampiyonu yarattı bu adam. Elediği her rakibine de üstünlük kurmuştur, buna çok eleştirildikleri Barça eşleşmesi de dahildir benim gözümde. Tercümanlıktan gelmiş, ayağına top değmemiş adam Mourinho, dünya futboluna damga vurmaya devam ediyor. Yeni durağının bugün zafer deparları attığı Santiago Bernabeu olması ise çok uzak değil...
Üstünden daha sonra geçeceğimiz son bir not. Bundesliga-Serie A savaşında son sene de olsa onurunu kurtarmayı başaran İtalya Ligi oldu.
The Trouble With Harry Kewell
Rutin hayat benim için iki günlüğüne dursa da gündem almış, yürümüş tabii. Dünya Kupası yaklaşırken ülke gündemine en yakın konulardan biri Harry Kewell'ın sakatlığı. Şuradaki video Avustralya televizyonunun Harry Kewell'ın sakatlığını detaylıca işlediği programdan 13 dakikalık bir kesit. Bölüme de Alfred Hicthcock'un 'The trouble with Harry' adlı filmine gönderme yaparak aynı isim verilmiş.
Harry Kewell'ın nasıl bir adam olduğunu hatırlamak için baştan sona izlenmesi gerekli ama esas vurucu nokta şu. Kewell, Ocak sonunda kasığından zorlu bir ameliyat geçiriyor ve dört haftada iyileşeceği haberini alıyor. İstanbul'a döndükten sonra Galatasaray sağlık ekibinin tedaviye burada standart prosedür olan medikal zımba uygulamasıyla devam eden Kewell, bir türlü sahalara dönemiyor Şubat sonu gibi takıma dönmeyi bekleyen Harry'nin iyileşmesi hiç yoktan iki ay sarkıyor çünkü o bölgedeki sinirleri zımba sebebiyle ciddi zarar görmüş. Şaşırdık mı, hayır!
Sürekli söylerim. "Hagi'den sonra" ile başlayan her klişe cümleyi gönül rahatlığıyla tamamlamızı sağlamış bu insan evladı Galatasaray için bir lütuftur, büyük oyuncudur, büyük adamdır. 'Galatasaray için Harry Kewell' diye boşuna yazmadım ama şu programda söyledikleri bile kendini baştan sevdirmeye yeter. Bazı oyuncular Türk taraftar profilini kısa sürede çözdüklerinden "Burada taraftar çok fantastik, rakı kebap,...." diye sonsuza kadar süren klasik açıklamalar yapar ama takımıyla arası bozulduğunda kendi medyasına verir veriştirir. Parasal sorunlardan girip futbolun kalitesinden, şehrin trafiğinden çıkanı çok gördük, son olarak Roberto Carlos mesela. Fakat Harry Kewell o adamlardan olmadığını, sadece 'adam' olduğunu şu doktor rezaletine rağmen, uzun yıllar sonra iyi bir performansla Dünya Kupası'nda forma giyme şansını zora girmesine rağmen konuyla ilgili söylediği tek şey "Olur böyle şeyler" minvalinde. Sakatlığının iyileşip iyileşmeyeceğinden emin olamayıp "Sen çık bir Dünya Kupası'nda oyna, ondan sonra konuşuruz" diyen Galatasaray yönetimine rağmen...
Galatasaray'ın son şampiyonluğundan bu yana rakiplerine göre kat be kat fazla sakat veren, bir ay diyenip üç ayda, iki ay diyenin bir sene sahalara dönemediği bu sağlık kuruluyla nereye kadar devam edebiliriz? Frank Rijkaard, sezonu değerlendirirken "En önemli zaman diliminde Kewell ve Baros'u kullanamadım, bizi çok etkiledi" dedi son olarak. Bu oyunculardan neden faydalanılamadığıyla ilgili araştırma yapıldı mı? Yoksa şu günlerde de sıkça duyduğumuz gibi 'kader' deyip geçiştirildi mi? Geçen sezonun en kritik bölümünü dört stoperinden yoksun geçiren, ondan önceki yıl Lincoln'ün dönüşünü bekleyen bu takım bu sene de Kewell'ı ve Baros'u bekledi. Bütün suç bu oyuncularda mıdır? Hepsini bir kalemde sildik hadi, Kewell gibi profesyonelliğin kitabını yazmış bir adam suçlu da bizim sağlık kurulu mu pür-u pak yine? Şu adamla sözleşme yapılmazsa ve ona doğru düzgün bir veda edemez isek ben ve benim gibi taraftarların ahı yönetimin yakasındadır, bunu bilsinler...
Harry Kewell'ın nasıl bir adam olduğunu hatırlamak için baştan sona izlenmesi gerekli ama esas vurucu nokta şu. Kewell, Ocak sonunda kasığından zorlu bir ameliyat geçiriyor ve dört haftada iyileşeceği haberini alıyor. İstanbul'a döndükten sonra Galatasaray sağlık ekibinin tedaviye burada standart prosedür olan medikal zımba uygulamasıyla devam eden Kewell, bir türlü sahalara dönemiyor Şubat sonu gibi takıma dönmeyi bekleyen Harry'nin iyileşmesi hiç yoktan iki ay sarkıyor çünkü o bölgedeki sinirleri zımba sebebiyle ciddi zarar görmüş. Şaşırdık mı, hayır!
Sürekli söylerim. "Hagi'den sonra" ile başlayan her klişe cümleyi gönül rahatlığıyla tamamlamızı sağlamış bu insan evladı Galatasaray için bir lütuftur, büyük oyuncudur, büyük adamdır. 'Galatasaray için Harry Kewell' diye boşuna yazmadım ama şu programda söyledikleri bile kendini baştan sevdirmeye yeter. Bazı oyuncular Türk taraftar profilini kısa sürede çözdüklerinden "Burada taraftar çok fantastik, rakı kebap,...." diye sonsuza kadar süren klasik açıklamalar yapar ama takımıyla arası bozulduğunda kendi medyasına verir veriştirir. Parasal sorunlardan girip futbolun kalitesinden, şehrin trafiğinden çıkanı çok gördük, son olarak Roberto Carlos mesela. Fakat Harry Kewell o adamlardan olmadığını, sadece 'adam' olduğunu şu doktor rezaletine rağmen, uzun yıllar sonra iyi bir performansla Dünya Kupası'nda forma giyme şansını zora girmesine rağmen konuyla ilgili söylediği tek şey "Olur böyle şeyler" minvalinde. Sakatlığının iyileşip iyileşmeyeceğinden emin olamayıp "Sen çık bir Dünya Kupası'nda oyna, ondan sonra konuşuruz" diyen Galatasaray yönetimine rağmen...
Galatasaray'ın son şampiyonluğundan bu yana rakiplerine göre kat be kat fazla sakat veren, bir ay diyenip üç ayda, iki ay diyenin bir sene sahalara dönemediği bu sağlık kuruluyla nereye kadar devam edebiliriz? Frank Rijkaard, sezonu değerlendirirken "En önemli zaman diliminde Kewell ve Baros'u kullanamadım, bizi çok etkiledi" dedi son olarak. Bu oyunculardan neden faydalanılamadığıyla ilgili araştırma yapıldı mı? Yoksa şu günlerde de sıkça duyduğumuz gibi 'kader' deyip geçiştirildi mi? Geçen sezonun en kritik bölümünü dört stoperinden yoksun geçiren, ondan önceki yıl Lincoln'ün dönüşünü bekleyen bu takım bu sene de Kewell'ı ve Baros'u bekledi. Bütün suç bu oyuncularda mıdır? Hepsini bir kalemde sildik hadi, Kewell gibi profesyonelliğin kitabını yazmış bir adam suçlu da bizim sağlık kurulu mu pür-u pak yine? Şu adamla sözleşme yapılmazsa ve ona doğru düzgün bir veda edemez isek ben ve benim gibi taraftarların ahı yönetimin yakasındadır, bunu bilsinler...
Bir Yapılanma Hamlesi Olarak Serdar Özkan
Serdar Özkan da tıpkı Mehmet gibi bonservisi elinde olan, genç ve belli bir düzeyin üstünde olan bir oyuncu lakin onun transferini ayıran önemli detaylar var, klişe tabire de gönderme yaparsak "Serdar Özkan sadece Serdar Özkan değildir" diyebiliriz yani. Serdar'ın Galatasaray'a yararlı olup olmayacağı, Beşiktaş taraftarıyla olan ilişkisinin oyuna etkisi ve benzeri konular elbette önemlidir ama Serdar transferi açıkça işaret ediyor ki Galatasaray ciddi bir yeniden yapılanmanın içine giriyor. Bu yapılanmanın transfer şovuna dayalı olmayacağı, ekonomik anlamda bir düzeltme hareketi içerdiği kesin.
Safkan bir kanat oyuncusu olan Serdar Özkan'ın bölgesi Galatasaray adına rotasyonun hem nicelik hem nitelik olarak en kuvvetli olduğu bölge. Keita, Arda, Gio, Kewell, Caner gerektiğinde Elano... Böyle bir yapının içine Serdar Özkan'ın geliyor olması bence onun alacağı rolün küçüklüğünün değil, bu rotasyonun dağıtılıp tekrar yapılandırılacağının göstergesi. Benim takımda kalmasının faydalı olacağını düşündüğüm Giovani dos Santos'la ilgili yönetimin ısrarcı olmaması ve Tottenham'a tekrar kiralama teklifinin yinelenmesi boşuna değil. Hocası Pim Verbeek'in Dünya Kupası'na yetişeceği yönünde açıklama yaptığı Harry Kewell ile ilgili Haldun Üstünel'in açıklamalarını da bunun yanına yazdığımızda bu açıkça görülüyor zaten. Galatasaray yabancılarını gönderip muhtemelen Arda Turan ve Serdar Özkan'ın ve geride kalan bir yabancıyla beraber kanat rotasyonunu kotarmaya çalışacak. Giden iki oyuncudan birinin iyi bir teklif gelmesi halinde Keita da olabileceğini aklımızın bir köşesine yazalım...
Serdar'a dönelim tekrar. Yeteneği oyun zekasından önde giden her kanat oyuncusunun yaşadığı doğru zamanda pas, şut, dripling tercihi yapmakta zorlanır Serdar lakin aynı sınıfta yer alan diğer oyunculara göre bazı artıları vardır. Kendisinden sadece bir yaş küçük olan Aydın Yılmaz'a göre çok daha tecrübelidir, Şampiyonlar Ligi görmüşlüğü, Süper Lig'de 60 küsür maça çıkmışlığı vardır.* Hızını çok daha efektif kullanır, pozisyon yaratma ve rakibin dengesini bozmak için kullanılabilecek bir silahtır. Eksikleri var ama bu faydalanılamayan bir oyuncu olmadığı anlamına gelmiyor.
Beşiktaş taraftarıyla olan bozuk ilişkisine ayrıca değinmeli. Galatasaray'da bir dönem Cihan Haspolatlı'nın, bir dönem Sabri Sarıoğlu'nun gördüğü tepkinin kat be kat şiddetlisini iki yıldır yaşayan bir oyuncu Serdar Özkan. Islıklanır, top ayağına geldiğinde homurdanmalar olur. Tamam, son vuruşlarda vasatın altında bir adam olabilir Serdar lakin Galatasaray'ın ilk yarıda 3-0 kazandığı maçı Galatasaray'ın elinden alabilecek konuma getiren adam da ta kendisidir. "Güvenildiğinde, üç maç üst üste forma giydiğinde....." diye başlayan bir nutuk atmayacağım, yine birçok hatalı tercihte bulunacak, beceriksizlik yapacaktır ama kafasını rahat hissettiğinde daha iyi bir Serdar izleyeceğimiz aşikâr.
Frank Rijkaard, Denizli'nin onu Beşiktaş 4-3-3'ünün sağında kullandığında defolarının daha çok ortaya çıktığını hesap eder ve ekonomik kullanmaya çalışırsa bence başarılı bir transfer olmaya adaydır Serdar. Gökhan Zan'da olduğu gibi "Tutarsa çok iyi, tutmazsa canımız sağolsun" tarzı bir transfer olarak görmemek lazım.
Musa Çağıran, Mehmet Batdal, Serdar Özkan... 1 milyon TL bonservis bedeli ödenerek yapılmış bu üç transfer Galatasaray'ın erimekte olan yerli rotasyonuna yapılmış yararlı eklerdir. Bu yaş kategorisine yakın birkaç oyuncunun daha geleceğini tahmin ediyorum, o zaman genel resmi daha geniş konuşuruz tekrardan. Serdar transferi özelinde bakarsak başarılı ve doğru bir hamle olduğunu söylemek isterim son olarak...
Safkan bir kanat oyuncusu olan Serdar Özkan'ın bölgesi Galatasaray adına rotasyonun hem nicelik hem nitelik olarak en kuvvetli olduğu bölge. Keita, Arda, Gio, Kewell, Caner gerektiğinde Elano... Böyle bir yapının içine Serdar Özkan'ın geliyor olması bence onun alacağı rolün küçüklüğünün değil, bu rotasyonun dağıtılıp tekrar yapılandırılacağının göstergesi. Benim takımda kalmasının faydalı olacağını düşündüğüm Giovani dos Santos'la ilgili yönetimin ısrarcı olmaması ve Tottenham'a tekrar kiralama teklifinin yinelenmesi boşuna değil. Hocası Pim Verbeek'in Dünya Kupası'na yetişeceği yönünde açıklama yaptığı Harry Kewell ile ilgili Haldun Üstünel'in açıklamalarını da bunun yanına yazdığımızda bu açıkça görülüyor zaten. Galatasaray yabancılarını gönderip muhtemelen Arda Turan ve Serdar Özkan'ın ve geride kalan bir yabancıyla beraber kanat rotasyonunu kotarmaya çalışacak. Giden iki oyuncudan birinin iyi bir teklif gelmesi halinde Keita da olabileceğini aklımızın bir köşesine yazalım...
Serdar'a dönelim tekrar. Yeteneği oyun zekasından önde giden her kanat oyuncusunun yaşadığı doğru zamanda pas, şut, dripling tercihi yapmakta zorlanır Serdar lakin aynı sınıfta yer alan diğer oyunculara göre bazı artıları vardır. Kendisinden sadece bir yaş küçük olan Aydın Yılmaz'a göre çok daha tecrübelidir, Şampiyonlar Ligi görmüşlüğü, Süper Lig'de 60 küsür maça çıkmışlığı vardır.* Hızını çok daha efektif kullanır, pozisyon yaratma ve rakibin dengesini bozmak için kullanılabilecek bir silahtır. Eksikleri var ama bu faydalanılamayan bir oyuncu olmadığı anlamına gelmiyor.
Beşiktaş taraftarıyla olan bozuk ilişkisine ayrıca değinmeli. Galatasaray'da bir dönem Cihan Haspolatlı'nın, bir dönem Sabri Sarıoğlu'nun gördüğü tepkinin kat be kat şiddetlisini iki yıldır yaşayan bir oyuncu Serdar Özkan. Islıklanır, top ayağına geldiğinde homurdanmalar olur. Tamam, son vuruşlarda vasatın altında bir adam olabilir Serdar lakin Galatasaray'ın ilk yarıda 3-0 kazandığı maçı Galatasaray'ın elinden alabilecek konuma getiren adam da ta kendisidir. "Güvenildiğinde, üç maç üst üste forma giydiğinde....." diye başlayan bir nutuk atmayacağım, yine birçok hatalı tercihte bulunacak, beceriksizlik yapacaktır ama kafasını rahat hissettiğinde daha iyi bir Serdar izleyeceğimiz aşikâr.
Frank Rijkaard, Denizli'nin onu Beşiktaş 4-3-3'ünün sağında kullandığında defolarının daha çok ortaya çıktığını hesap eder ve ekonomik kullanmaya çalışırsa bence başarılı bir transfer olmaya adaydır Serdar. Gökhan Zan'da olduğu gibi "Tutarsa çok iyi, tutmazsa canımız sağolsun" tarzı bir transfer olarak görmemek lazım.
Musa Çağıran, Mehmet Batdal, Serdar Özkan... 1 milyon TL bonservis bedeli ödenerek yapılmış bu üç transfer Galatasaray'ın erimekte olan yerli rotasyonuna yapılmış yararlı eklerdir. Bu yaş kategorisine yakın birkaç oyuncunun daha geleceğini tahmin ediyorum, o zaman genel resmi daha geniş konuşuruz tekrardan. Serdar transferi özelinde bakarsak başarılı ve doğru bir hamle olduğunu söylemek isterim son olarak...
Mehmet Batdal Galatasaray'da
Resmi site iki bosman transferi açıkladı az önce: Mehmet Batdal ve Serdar Özkan. Öncelikle Mehmet Batdal üzerine bir şeyler söyleyelim çünkü hem söylenecek çok şey var, hem de Galatasaray'a gelmek için daha çok bekleyen oyuncu o. Galatasaray-Mehmet Batdal flörtü bundan beş yıl önceye kadar dayanır. Mehmet Topal'ı bugün Valencia'ya taşıyan transfer stratejisinin bir başka ayağıydı 'Batdal' Mehmet lakin Buca Dardanel kadar insaflı değildi ve profesyonelliğe yeni yeni adım atan Mehmet için o dönem daha da uçuk bir para olan 3 milyon avro fiyat çekmişlerdi. Olmadı tabii.
Mehmet Batdal'ın arada geçirdiği dönemin tamamını çok verimli kullanmış sayılmaz. Transfer taleplerini bir-iki sene öteleyen bir ayak sakatlığı geçirdi Mehmet, ondan döndüğünde Buca'da verimli olamadı. Ardından Bank Asya 1. Lig görmesi, biraz daha vitrine çıkması adına Altay'a kiralandı ama Altay da onun için doğru bir takım değildi. Şunu aklımızın bir köşesine yazalım, Mehmet Batdal pivot santrfor değildir. Uzun boyludur ama kafa vuruşları vasattır. Ağır olmasına rağmen tekniği daha ön plana çıkar Mehmet'in. Altay'da pek iş yapmadı ve Buca'ya geri döndü.
Çıkışını geçen sezonun ilk yarısında Ozan İpek'in soldan gelip forveti ikilediği döneme rastlar. (1) Ozan'ı sol forvet olarak parlatan bu ikili oyunlar Batdal'ı da biraz kendine getirdi ve Bank Asya'ya yükselen takımın santrforu Mehmet Batdal oldu. Bu sene ise profesyonel düzeydeki en iyi senesiydi açık ara. Arada kalmış golcülerin en önemli sorunu gol alışkanlığıdır, Mehmet bu sene bu duvarı aştı. (2) Ceza sahası dışından vurdu, bitirici vuruşlar yaptı. Penaltı kullanması eleştiriliyor lakin ben fazlasıyla olumlu buluyorum. Ligde 16 gol kaydetmiş bir oyuncu olarak geliyor Galatasaray'a.
Bu noktada Özgürcan Özcan'la paralellik kuranlar olabilir ki Mehmet kadar olmasa da Özgürcan'ın üçüncü forvet olarak takımda tutulmasını düşündüğümü sene başında yazmıştım, bulunması bile yeterdi. Gol alışkanlığı yakalamış genç bir forvetin üst düzey ekiplerin golcü rotasyonunda her daim yeri vardır. Mehmet Batdal'ın sırf bu yönüyle bile takıma enerji getireceğine inanıyorum.
Kısacası başarılı bir transfer. Eski gol krallarına kapının 4 milyon avrodan açıldığı bir dönemde çok iyi bile diyebilirim. "Parasından size ne, iyi oyuncuysa tamamdır" diye bir karşı tez sunanlar oluyor, saygı duyarım ama bu kadar dar bir oyuncu havuzunda bu işleri becerebilmek o kadar kolay değil. 19 yaşındaki daha ikinci ligde topa ayağını sürmemiş tazeye 3-4 milyon çekenler oldukça bu transferler her daim daha önemli olacaktır deyip Serdar için de ipucu vermiş olayım.
Mehmet Batdal'ın arada geçirdiği dönemin tamamını çok verimli kullanmış sayılmaz. Transfer taleplerini bir-iki sene öteleyen bir ayak sakatlığı geçirdi Mehmet, ondan döndüğünde Buca'da verimli olamadı. Ardından Bank Asya 1. Lig görmesi, biraz daha vitrine çıkması adına Altay'a kiralandı ama Altay da onun için doğru bir takım değildi. Şunu aklımızın bir köşesine yazalım, Mehmet Batdal pivot santrfor değildir. Uzun boyludur ama kafa vuruşları vasattır. Ağır olmasına rağmen tekniği daha ön plana çıkar Mehmet'in. Altay'da pek iş yapmadı ve Buca'ya geri döndü.
Çıkışını geçen sezonun ilk yarısında Ozan İpek'in soldan gelip forveti ikilediği döneme rastlar. (1) Ozan'ı sol forvet olarak parlatan bu ikili oyunlar Batdal'ı da biraz kendine getirdi ve Bank Asya'ya yükselen takımın santrforu Mehmet Batdal oldu. Bu sene ise profesyonel düzeydeki en iyi senesiydi açık ara. Arada kalmış golcülerin en önemli sorunu gol alışkanlığıdır, Mehmet bu sene bu duvarı aştı. (2) Ceza sahası dışından vurdu, bitirici vuruşlar yaptı. Penaltı kullanması eleştiriliyor lakin ben fazlasıyla olumlu buluyorum. Ligde 16 gol kaydetmiş bir oyuncu olarak geliyor Galatasaray'a.
Bu noktada Özgürcan Özcan'la paralellik kuranlar olabilir ki Mehmet kadar olmasa da Özgürcan'ın üçüncü forvet olarak takımda tutulmasını düşündüğümü sene başında yazmıştım, bulunması bile yeterdi. Gol alışkanlığı yakalamış genç bir forvetin üst düzey ekiplerin golcü rotasyonunda her daim yeri vardır. Mehmet Batdal'ın sırf bu yönüyle bile takıma enerji getireceğine inanıyorum.
Kısacası başarılı bir transfer. Eski gol krallarına kapının 4 milyon avrodan açıldığı bir dönemde çok iyi bile diyebilirim. "Parasından size ne, iyi oyuncuysa tamamdır" diye bir karşı tez sunanlar oluyor, saygı duyarım ama bu kadar dar bir oyuncu havuzunda bu işleri becerebilmek o kadar kolay değil. 19 yaşındaki daha ikinci ligde topa ayağını sürmemiş tazeye 3-4 milyon çekenler oldukça bu transferler her daim daha önemli olacaktır deyip Serdar için de ipucu vermiş olayım.
Yükselme Ligi: Konyaspor 3-1 Adanaspor
Play-off sisteminden lig usulüne geçilince eğer son dörtlünün arasında Kartalspor olmazsa organizasyonun İstanbul'a verileceği az çok belliydi. İstanbullu futbolseverler için büyük keyif, benim için de elbette. Ali Sami Yen'de son birkaç aydır üzgün günler geçirsek de böyle bir organizasyonu taraf olmadan, sadece oyun için izlemek bile yeterliydi benim için.
Biraz karaborsacıların işgüzarlığı, biraz da ağırdan almamız sebebiyle arkadaşlarla Yeni Açık Üst'teydik bu maç. İki takımın da birbirini biraz da fazla kollayarak başladığı maçın ilk yarısında futbol namına bir şey yoktu. Adanaspor'un bir adım önde olduğu devrede Mbilla'nın kontrol ettiği toplarla karşı yarı sahaya yerleşmek, Ferdi'nin seri tekniğiyle iş görme çabasındaydılar. Birkaç kere yarı sahaya yerleşip iyi de top çevirdiler ama pozisyon üretmekten uzak çabalardı bunlar. Konyaspor'un ise karşı kalaye gidecek mecali yok gibiydi. Bank Asya 1.Lig'i bu sene belli başlı oyuncuların takibi dışında yeterli ilgili gösterememiş biri olarak bir Rıdvan Dilmen tandası yakalayıp "63 numara da iyiymiş, di' mi Güntekin?!" benzeri diyaloglar eşliğinde ilk yarıyı tamamladım.
İkinci yarı ise ilk yarıdaki temposuz maçı sanki başka takımlar oynamış gibi bir hava vardı. Amatör ligden Premier Lig'e geçiş yapılan bu ani sıçramanın sebebi 52'de Konyaspor'un kornerden gelen golüydü. Ön direğe koşu ve net bir kafa vuruşu. Galatasaray altyapısı geçmişi olan ve Rizespor'da beğenerek izlediğim Ahmet Görkem Görk, takımını öne geçirdiği gibi maça da ruh getirdi. Paslar serileşti, dikine top taşımalar başladı. Önce Adanaspor çok net bir fırsattan üst direk sebebiyle yararlanamazken bir dakika sonra önümüzdeki kaleye Eser Yağmur'un yaptığı aşırtma vuruşun sol direk dibinde patlaması enfes bir seriydi.
Adanaspor'un biraz daha çabaladığı, rakip yarı sahaya yerleştiği bu bölümü bitiren ise yine bir duran top organizasyonu oldu. Numaralı tarafından kaleye yaklaşık kırk metre mesafeden kale sahasına kesilen ortaya bomboş kafayı vuran Konyaspor'un bir başka defans oyuncusu Yusuf Bayraktar'dı. Maç Sami Yen'de oynanınca turuncuların içine Galatasaray ruhu kaçtı herhalde, çok aciz bir duran top savunmasıydı. İlk yarıdaki Mbilla-Ferdi ikilisinin etkinliğini de kaybeden Adanaspor'un ihtiyacı olan son şey iki farklı geriye düşmekti. Mbilla'yı ilk kez canlı izledim, yararlı bir oyuncu olduğu belli olsa da gereksiz sertlikleri ve tavırlarıyla arıza bir kişiliği varmış izlenimi verdi bana. Gol vuruşlarını pek göremedim, eğer Eski Açık tarafındaki kaleye maçın en net pozisyonlarından birini kaçıran oysa görmeyelim de zaten.
Konyaspor oyun içinde çok aktif bir görüntüye sahip değil, pasif oynuyorlar ve oyunun temposunu düşürmeyi amaçlıyorlar. Skor üstünlüğünü de alınca bu pasifliğe iyice yaslandılar fakat bu kez de Adanaspor'un golü geldi. Gol uzak kaleye olduğundan net de göremedim açıkçası ama kanat organizasyonu sonra gelen kafa vuruşu kaleciye çarptı ve girdi diyebiliriz kısacası.
Tüm bu maç hakkında yazdıklarımı bir kenara bırakıp bir bu kadar daha anlatabileceğim bir golle maça veda ettik. Eser Yağmur, topu aldı, döndü ve vurdu. Top 90'a gitmekle kalmadı, bir de ağların tozunu aldı. Buna benzer bir vuruşu öbür kalede Milan Baros'un ayağından izlemiştim ama bu iki gömlek daha üstte bir goldü. Verdiğimiz 2 TL'nin karşılığını aldık fazlasıyla.
Esas amaçlarımdan biri Adanaspor'un çok methedilen 17 yaşındaki oyuncusu Okan Salmaz'ı izlemekti ama ben anlayana kadar oyuna girmiş, 10 dakikada çıkmış. Diğer maçın skoru ise 0-0. Konyaspor adına önemli bir avantaj oldu bu. Perşembe günü Ali Sami Yen'de oynananacak Karşıyaka-Konyaspor maçı en çetin maçı olabilir ligin. Velhasıl güzel, keyifli, eğlenceli bir maçtı. Rekabet havasına da yavaş yavaş girilince ligin diğer iki maçı daha çekişşmeli geçeceğe benzer. Sami Yen'den bildirmeye devam...
KONYASPOR: 3 - 1 ADANASPOR
Stat: Ali Sami Yen Hakemler: Bülent Yıldırım, Cem Satman, Erdinç Sezertam Konyaspor: Haluk, Ömer, Ahmet Görkem Görk, Volkan, Da Silva, Abdulvahit (Dk. 56 Ufukhan), Zafer, Mehmet Ayaz, Uğur, Erdal (Dk. 88 Ramazan), Eser (Dk. 90 Serhat) Adanaspor: Tolgahan, İzzet, Ersan Adem Gülüm, Recep, Anıl, Fevzi, Metin, Onur Demirtaş, Kibong (Dk. 67 Okan) (Dk. 78 Talha), İlyas (Dk. 54 Emre), Mbilla Goller: Dk. 49 Ahmet Görkem Görk, Dk. 67 Ufukhan, Dk. 89 Eser (Konyaspor), Dk. 82 Talha (Adanaspor) Sarı kartlar: Dk. 9 Onur Demirtaş, Dk. 58 İzzet, Dk. 63 Kibong (Adanaspor), Dk. 34 Eser, Dk. 76 Volkan (Konyaspor)
Stat: Ali Sami Yen Hakemler: Bülent Yıldırım, Cem Satman, Erdinç Sezertam Konyaspor: Haluk, Ömer, Ahmet Görkem Görk, Volkan, Da Silva, Abdulvahit (Dk. 56 Ufukhan), Zafer, Mehmet Ayaz, Uğur, Erdal (Dk. 88 Ramazan), Eser (Dk. 90 Serhat) Adanaspor: Tolgahan, İzzet, Ersan Adem Gülüm, Recep, Anıl, Fevzi, Metin, Onur Demirtaş, Kibong (Dk. 67 Okan) (Dk. 78 Talha), İlyas (Dk. 54 Emre), Mbilla Goller: Dk. 49 Ahmet Görkem Görk, Dk. 67 Ufukhan, Dk. 89 Eser (Konyaspor), Dk. 82 Talha (Adanaspor) Sarı kartlar: Dk. 9 Onur Demirtaş, Dk. 58 İzzet, Dk. 63 Kibong (Adanaspor), Dk. 34 Eser, Dk. 76 Volkan (Konyaspor)
Cumhur Yılmaztürk
Gönderen
pclion
17 Mayıs 2010 Pazartesi
Etiketler:
Galatasaray,
Galatasaray Altyapısı,
Gençler
5
yorum
Birkaç haftadır Galatasaray maçlarını yazmıyorum, soranlar da oldu "Niye yazmıyorsun?" diye. Galatasaray'ın oynadığı oyun üzerine söylenecek sözler Bursaspor maçıyla bitti, teşekkürümüzü edip hedef üzerine yazmayı bu sezonluk kapattık. Bir maçı benim için anlamlandıran birkaç faktör var ve bunları Bursaspor maçından bu yana göremiyordum açıkçası. Bunlardan birisi de gelecek sezon için rotasyona girme ihtimali beliren genç oyuncuları profesyonel sahnede izlemek. Son Gençlerbirliği maçını izleseydim maçın anlamsızlığına rağmen bir şeyler yazardım ama Fenerbahçe-Trabzonspor dururken ona da fırsat kalmadı tabii. Lakin üstüne yazıp çizmeye değecek bir isim vardı Galatasaray ilk 11'inde, Cumhur Yılmaztürk.
Cumhur'un adını ilk kez duyanlar 17'lik bir taze sanabilir onu, değil. Ocak 90 doğumlu olan Cumhur, A2 takımın orta sahasının ortasında düzenli oynayan bir oyuncu. Esas çıkışını bu sezon yaptı, geride kalan sezonlarda iz bırakan oyuncular arasında sayılmıyordu. Genelde dörtlü defansın hemen önünde oynuyor, maçtaki taktiğe göre tek ya da bir yardımcıyla oynadığı oluyor. Temel özelliği diri olması ve oyun içinde iniş çıkış yaşamayan, istikrarlı bir oyun ortaya koyabilen bir oyuncu olması. Basit oynar, pozisyon almasını bilir, takıma maksimum fayda sağlama derdi olan bir oyuncu. Zaten takımın kaptanlığını yapıyor.
Cumhur'un diğer altyapı oyuncularından farklı bir durumu var. Galatasaray altyapısında adı A takımla sıkça anılan adamların rol oyuncusu olması zor. Emre Çolak, Cem Sultan gibi adamlar ya Galatasaray'da oynayan 8-9'luk adam olurlar, ya da orada var olamayıp "verim alınamayan genç yetenek" sınıfında Bank Asya ve altı liglerde rotasyon oyuncusuna dönüşüp 5'lik oyuncular olurlar, ortası yoktur. Cafercan Aksu yeterli bir örnek. Cumhur belki 8-9'luk bir potansiyele sahip değil ama A takımda oynamaya bu potansiyellerden daha hazır, daha diri bir adam. Cumhur Yılmaztürk 7'lik bir eleman olabilir, Galatasaray kadrosunda tutulabilecek, orta saha rotasyonunda yer bulan bir oyuncuya evrilebilir Cumhur. Bu güveni sağlayabilir, oyun bilgisini de üste taşırsa umutlu olduğum birkaç A2 oyuncusundan biri.
Foto: Selim Uğur / Galatasaray Antrenmanları
Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi Yolu
Üzüntü, kızgınlık gelir geçer, gelecek sezon başladığında her takım taraftarında olduğu gibi Fenerbahçeliler de takımlarına yeniden sarılırlar ve hayal kurmaya devam ederler. Bu yaralar sarılır ama bugün Fenerbahçe'nin kaybettiği somut bir şey varsa o da Şampiyonlar Ligi bileti. Maddi kısmına burada girmeyeceğim, Bursaspor'la ilgili yazacağım yazıda sıkça değineceğimden. Şu anda gelen sorulardan anladığım kadarıyla esas merak edilen konu Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi yolunun nasıl olacağı. Bugünün işini yarına bırakma düsturuyla konuya açıklık getirmeye çalışayım kendimce.
Öncelikle Türkiye Ligi ikincisinin katıldığı eleme 'Şampiyonlar Olmayanlar Elemesi'. Bu elemeye 15 takım katılıyor ve eleme iki ayaktan oluşuyor. Türkiye ikincisinin Şampiyonlar Ligi'ne kalması için bu iki turu da geçmesi gerekli. Burada yolun zorluğunu belirleyen ise takımların UEFA sıralamasındaki yeri. Fenerbahçe, topladığı 54.890 puanla aslında epey iyi durumda, beş senedir istikrarlı bir şekilde Avrupa'da yer almanın yanı sıra 2008 çeyrek finalinin de etkisiyle hatrı sayılır bir konumda bulunuyorlar.
Bu hafta sonuçlanan ligler arasından İspanya ve Yunanistan Fenerbahçe'yi doğrudan ilgilendiriyordu. Birinden iyi birinden kötü haber çıktı ve dengelendi. İspanya'da Mallorca ve Sevilla çekişiyordu. Oradan Mallorca gelse şu anda Fenerbahçe bir üst sırada olabilir, ilk turu geçmesi halinde kesin olarak seribaşı olabilirdi. Sevilla'nın gelmesi bu açıdan kötü haberdi. İyi haber ise Yunanistan'dan elemelere gelen takımın Fenerbahçe'nin hemen üzerinde yer alan Olympiakos değil PAOK olması. Olympiakos gelse Fenerbahçe yedinci sırada olacak ve tüm umutlarını gömmek zorunda kalacaktı.
Kalacaktı diyorum çünkü Fenerbahçe'nin ufak da olsa bir şansı var. Fenerbahçe'nin katıldığı ilk tur elemelerine katılan iki kritik takım var. Rus üçüncüsü Zenit ve Hollanda ikincisi Ajax. Bu iki takım nispeten zayıf duran ilk tur havuzundan bir takıma elenirse ve Fenerbahçe takılmadan play-off'a yükselirse ilk beşte yer alabilir. Benim fikrimi soracak olarsanız zor. Bu iki ekibi eleyebilecek kalibrede tek takım var bence orada, o da Celtic. İskoçların Fenerbahçe'ye çıkma olasılığıyla bu iki takıma çıkma olasılığını ekstrem durumlar olarak kabul edersek üç takım da benzer şartlarda sahaya çıkacaklar ve bence üçü de üst tura adını yazdıracaktır. Ayrıca Celtic'in de bu takımlardan fazlası olduğunu söylemek epey güç. Yine de Fenerbahçe'nin geçen sene Stuttgart'ın yakaladığı şansı yakalayıp play-off'ta seribaşı olması olası.
Velhasıl kelam, şanslı ve şanssız iki senaryoda da Fenerbahçe'nin işi kolay değil, hatta rahatlıkla 'zor' kategorisine sokabiliriz. Yaz dönemi hamleleri takımların çehresini yine değiştirecektir, erken konuşmamak lazım ama bu konuları merak eden özellikle Fenerbahçeli arkadaşlara bir yol haritası çıkarmak istedim. Yararlı olmuştur umarım...
Öncelikle Türkiye Ligi ikincisinin katıldığı eleme 'Şampiyonlar Olmayanlar Elemesi'. Bu elemeye 15 takım katılıyor ve eleme iki ayaktan oluşuyor. Türkiye ikincisinin Şampiyonlar Ligi'ne kalması için bu iki turu da geçmesi gerekli. Burada yolun zorluğunu belirleyen ise takımların UEFA sıralamasındaki yeri. Fenerbahçe, topladığı 54.890 puanla aslında epey iyi durumda, beş senedir istikrarlı bir şekilde Avrupa'da yer almanın yanı sıra 2008 çeyrek finalinin de etkisiyle hatrı sayılır bir konumda bulunuyorlar.
Fenerbahçe'nin puanı elemenin ilk turunda seribaşı olmak için fazlasıyla yeterli. Liglerin de çok büyük bir bölümünün bitmesiyle tablo netleşti. Zaten ilk 40'ta olan bir ekip bu turda rahatlıkla seribaşı oluyor, Fenerbahçe için problem seribaşı olup olmamak değil fakat buradaki risk rakip beşliden arıza yaratması muhtemel tek takım Celtic. Romanya ikincisi hariç diğer takımlar olan Yunanistan ikincisi PAOK, İsviçre ikincisi Young Boys ve Belçika ikincisi AA Gent nispeten elenebilir rakipler. Geçen seneki havuza göre oldukça makul bir havuz olmuş. Celtic'i pas geçildiği sürece bu turda bir sorun yok.
Fenerbahçe için problem yaratacak esas tur play-off'lar. İlk resimdeki puanları incelerseniz Fenerbahçe'nin üzerinde yer alan üç takımı işaretlediğimi göreceksiniz. Tottenham ve Ajax. Bu iki takımı işaretlememin nedeni Fenerbahçe'den ufak farklarla ayrılan bu üç takımın da play-off turuna katılıyor ve sarı lacivertlilerin üzerinde yer alıyor olması. Bu turdaki muhtemel beş seribaşı Sevilla, Werder Bremen, Zenit, Tottenham ve Ajax. Fenerbahçe ise teorik olarak altıncı sırada, yani Fenerbahçe ilk turu elenmeyip geçerse seribaşı olma şansı epey düşük.Bu hafta sonuçlanan ligler arasından İspanya ve Yunanistan Fenerbahçe'yi doğrudan ilgilendiriyordu. Birinden iyi birinden kötü haber çıktı ve dengelendi. İspanya'da Mallorca ve Sevilla çekişiyordu. Oradan Mallorca gelse şu anda Fenerbahçe bir üst sırada olabilir, ilk turu geçmesi halinde kesin olarak seribaşı olabilirdi. Sevilla'nın gelmesi bu açıdan kötü haberdi. İyi haber ise Yunanistan'dan elemelere gelen takımın Fenerbahçe'nin hemen üzerinde yer alan Olympiakos değil PAOK olması. Olympiakos gelse Fenerbahçe yedinci sırada olacak ve tüm umutlarını gömmek zorunda kalacaktı.
Kalacaktı diyorum çünkü Fenerbahçe'nin ufak da olsa bir şansı var. Fenerbahçe'nin katıldığı ilk tur elemelerine katılan iki kritik takım var. Rus üçüncüsü Zenit ve Hollanda ikincisi Ajax. Bu iki takım nispeten zayıf duran ilk tur havuzundan bir takıma elenirse ve Fenerbahçe takılmadan play-off'a yükselirse ilk beşte yer alabilir. Benim fikrimi soracak olarsanız zor. Bu iki ekibi eleyebilecek kalibrede tek takım var bence orada, o da Celtic. İskoçların Fenerbahçe'ye çıkma olasılığıyla bu iki takıma çıkma olasılığını ekstrem durumlar olarak kabul edersek üç takım da benzer şartlarda sahaya çıkacaklar ve bence üçü de üst tura adını yazdıracaktır. Ayrıca Celtic'in de bu takımlardan fazlası olduğunu söylemek epey güç. Yine de Fenerbahçe'nin geçen sene Stuttgart'ın yakaladığı şansı yakalayıp play-off'ta seribaşı olması olası.
Velhasıl kelam, şanslı ve şanssız iki senaryoda da Fenerbahçe'nin işi kolay değil, hatta rahatlıkla 'zor' kategorisine sokabiliriz. Yaz dönemi hamleleri takımların çehresini yine değiştirecektir, erken konuşmamak lazım ama bu konuları merak eden özellikle Fenerbahçeli arkadaşlara bir yol haritası çıkarmak istedim. Yararlı olmuştur umarım...
Kadıköy'de 71 Ruhu
Türkiye'de futbola ilgili duyan ve Galatasaray ya da Fenerbahçe taraftarı olan her genç bir apaçilik dönemi geçirmiştir, anti FB/GS türevi sitelere girmiştir, oradaki şehir efsanelerini gerçek kabul etmiş, bunlarla sonu olmayan gereksiz tartışmalara girmiştir. Mizacım gereği belli ölçüleri aşmamakla birlikte benim de futbola salt bir pencereden baktığım bir zaman dilimi vardı elbette, yukarıdaki şehir efsanelerini de bolca okumuşluğum. Lakin içlerinde bir tanesi var ki bu iletişim/bilgi çağında yaşanması mucizesi olan bir facia, bir komedyayla neredeyse birebir aynı.
Sezon 1970/71. Galatasaray 40, Fenerbahçe 39 puanla son haftaya giriyorlar ve Fenerbahçe'nin şampiyonluğu için önce Beşiktaş'ı yenip Galatasaray'ın Ankara'da PTT'ye yenilmesi gerekiyor. TRT Radyosu'ndaki bağlantı problemi sebebiyle Galatasaray maçı da dinlenemediğinden durum tam bir muamma. Mithat Paşa'da oynanan maçta Fenerbahçe, Ogün Altıparmak'ın golüyle durumu 1-0 yaptığında Galatasaray'ın da PTT karşısında 2-0 mağlup olduğu haberi geliyor. Beşiktaş maçı sonrası kutlamalara başlayan Fenerbahçeli oyuncular ve taraftarlar, TRT Radyosu'nun doğru skoru geçmesiyle tam bir şok yaşıyorlar çünkü Galatasaray, PTT'yi 7-1 mağlup etmiş ve 42 puanla şampiyon olmuştur.
Bugün dakikalar 92'yi gösterdiğinde Saraçoğlu Stadı'nın sivrizekalı anonsçusu "2-2, 2-2!" diye bağırarak belki de yukarıdaki olayın da ötesine geçen, tarihi bir skandala imza attı. Bu anonstan etkilenenler sadece taraftarlar değildi ve futbolcular 93. dakikada kazanılmış ve şampiyonluk adına son ümit olan duran topta 11 kişi rakip kaleye gitmek yerine topu sakince kendi kalesinde olan Volkan'ın önüne yuvarladılar. Fenerbahçe'nin şampiyonluk ümitleri o anonsla söndü aslında.
Bugünü Denizli'yle eşleştirmek ilk bakışta anlamlı duruyor ama 2006 Fenerbahçe'siyle bugünün Fenerbahçe'si arasında bence dağlar kadar fark vardı. Kaleyi 38 kere yoklayan, her seferinde doğru pası, pozisyonu kollayan, akla gelebilecek her yolu deneyen bir Fenerbahçe. Sahada 11 oyuncu varsa bence 9'u sahaya müthiş bir özveri koymuşlardır, maç için ellerinden geleni yapmışlardır. Eve gelene kadar birkaç Fenerbahçeliyle konuştum. Onlar da bu mücadelenin farkındaydılar. Ortak tek bir isyan vardı, o da bu mücadeleyi koyan futbolcuları adam akıllı bir alkışla uğurlayamamaktı. Bence Fenerbahçe adına asıl üzüntü verici olan bence bu buruk vedaydı. En azından ben olsaydım hissettiğim bu olurdu.
Yalan yok, bir Galatasaraylının Fenerbahçe'nin şampiyonluğu kaybetmesinden memnun olmaması gibi bir durum olamaz, kendilerini diğeri üzerinden tanımlayan takımlar bunlar. Haftalardır parmak hesabı yapan, olasılık hesaplayanlardan biri de bendim elbette ama bu skandal her ne kadar komik olsa da bir yandan da yanı başında ağlamaklı olan arkadaşının hissiyatına kulak vermeden yapamıyor insan. Fenerbahçe 1000 kere oynasa 1000 kere kaybetsin isterim ama şu görüntülere bakarken vicdanım da el vermiyor hani. Olmamalıydı...
Sezon 1970/71. Galatasaray 40, Fenerbahçe 39 puanla son haftaya giriyorlar ve Fenerbahçe'nin şampiyonluğu için önce Beşiktaş'ı yenip Galatasaray'ın Ankara'da PTT'ye yenilmesi gerekiyor. TRT Radyosu'ndaki bağlantı problemi sebebiyle Galatasaray maçı da dinlenemediğinden durum tam bir muamma. Mithat Paşa'da oynanan maçta Fenerbahçe, Ogün Altıparmak'ın golüyle durumu 1-0 yaptığında Galatasaray'ın da PTT karşısında 2-0 mağlup olduğu haberi geliyor. Beşiktaş maçı sonrası kutlamalara başlayan Fenerbahçeli oyuncular ve taraftarlar, TRT Radyosu'nun doğru skoru geçmesiyle tam bir şok yaşıyorlar çünkü Galatasaray, PTT'yi 7-1 mağlup etmiş ve 42 puanla şampiyon olmuştur.
Bugün dakikalar 92'yi gösterdiğinde Saraçoğlu Stadı'nın sivrizekalı anonsçusu "2-2, 2-2!" diye bağırarak belki de yukarıdaki olayın da ötesine geçen, tarihi bir skandala imza attı. Bu anonstan etkilenenler sadece taraftarlar değildi ve futbolcular 93. dakikada kazanılmış ve şampiyonluk adına son ümit olan duran topta 11 kişi rakip kaleye gitmek yerine topu sakince kendi kalesinde olan Volkan'ın önüne yuvarladılar. Fenerbahçe'nin şampiyonluk ümitleri o anonsla söndü aslında.
Bugünü Denizli'yle eşleştirmek ilk bakışta anlamlı duruyor ama 2006 Fenerbahçe'siyle bugünün Fenerbahçe'si arasında bence dağlar kadar fark vardı. Kaleyi 38 kere yoklayan, her seferinde doğru pası, pozisyonu kollayan, akla gelebilecek her yolu deneyen bir Fenerbahçe. Sahada 11 oyuncu varsa bence 9'u sahaya müthiş bir özveri koymuşlardır, maç için ellerinden geleni yapmışlardır. Eve gelene kadar birkaç Fenerbahçeliyle konuştum. Onlar da bu mücadelenin farkındaydılar. Ortak tek bir isyan vardı, o da bu mücadeleyi koyan futbolcuları adam akıllı bir alkışla uğurlayamamaktı. Bence Fenerbahçe adına asıl üzüntü verici olan bence bu buruk vedaydı. En azından ben olsaydım hissettiğim bu olurdu.
Yalan yok, bir Galatasaraylının Fenerbahçe'nin şampiyonluğu kaybetmesinden memnun olmaması gibi bir durum olamaz, kendilerini diğeri üzerinden tanımlayan takımlar bunlar. Haftalardır parmak hesabı yapan, olasılık hesaplayanlardan biri de bendim elbette ama bu skandal her ne kadar komik olsa da bir yandan da yanı başında ağlamaklı olan arkadaşının hissiyatına kulak vermeden yapamıyor insan. Fenerbahçe 1000 kere oynasa 1000 kere kaybetsin isterim ama şu görüntülere bakarken vicdanım da el vermiyor hani. Olmamalıydı...
Tarih
Belki henüz tam olarak anlamlandıramayacağız ama Bursaspor bugün Türkiye Ligi tarihini değiştirmek için büyük bir fırsat yarattı. Türkiye'nin beşinci lig şampiyonluğu müthiş bir ünvan olabilir fakat bence en az onun kadar önemlisi Şampiyonlar Ligi'ne katılan dördüncü Türk takımı olmalarıdır aynı zamanda. Sürekli yazıp çizdik. Ertuğrul Sağlam'ın vurguladığı gibi 9 milyon avro bütçesi olan bir takım olan Bursaspor, Barcelona, Manchester United, Bayern, Inter gibi takımlarla aynı arenaya çıkacak. Bunu yaparken alacağı para 22 milyon avroyu buluyor ki Şampiyonlar Lig apoletli bir Bursaspor'un alacağı oyuncular, yapılacak atılım... Müthiş bir iş, müthiş! Üstüne çok konuşacağız...
Euro 2016 Değerlendirme Raporu'na Giriş
Değerlendirme raporunun açıklandığı saatte gazetedeydim, raporu bir an önce haberleştirmek için raporu hızlıca okuduk haliyle. Raporda 19 başlık var ve her başlıktaki ana fikir az çok belli. Özellikle stadyumlarla ilgiler fazlasıyla ilgimi çekti fakat raporun detaylarına girmeden başlıklarda öne çıkan konuları madde madde paylaşmak isterim. Maddeleri Love Game Tennis yazarı Onur Akmeriç'le beraber hazırladığımızı belirteyim. Raporun tamamını ise şuradan okuyabilirsiniz.
- Türkiye’nin ülke futbolunu geliştirme ve Avrupalı taraftarlara yeni bir deneyim sunma vizyonu UEFA’nın uzun dönemli stratejisiyle birebir uyuşuyor.
- *Stadyumların ülkenin batısında ve merkezinde olması ulaşım, kapasitelerin çeşitli olması esneklik açısından olumlu.
- Seyirci katılımını arttırma vizyonu doğru bir motivasyon olsa da mevcut seyirci sayısı kısa vadeli çözümlerin de ortaya konmasını gerekli kılıyor.
- Sosyal sorumluluk alanına ağırlık verilse de UEFA’nın mevcut projeleriyle nasıl entegre edileceği soru işareti. Özellikle sağlık ve çevre alanındaki projeler yetersiz.
- Mevcut tüm partiler resmi olarak projeyi destekliyor ve herhangi bir hükümet değişikliği projeyi etkilemeyecektir.
- Yasal açıdan TFF’nin mevcut statüsündeki eksikler dışında güvenlik vb. Konularda herhangi bir problem yok.
- Teklifin stadyum bölümü çok kaliteli ve iyi organize edilmiş. Turnuva gereksinimlerini karşılayacak nitelikte.
- Karayolu taşımacılığının yetersiz olması nedeniyle havayolu kapasitesinin ev sahipliği yapacak şehirlerin stadyum kapastilerinin yüzde 40'ı ya da daha fazlasının kaldıracak şekilde belirlenmesi UEFA'nın kriterlerini karşılayacaktır.
- İstanbul Atatürk, Sabiha Gökçen ve Antalya Havaalanları şu andaki halleriyle yeterli. Ankara Esenboğa ve İzmir Adnan Menderes Havaalanları'nın ise 2016'ya kadar gerekli düzenlemeler ile bu kapasiteye ulaşabilir.
- Turistik bir ülke olduğundan İstanbul, Antalya, Ankara, İzmir ve Bursa şehirlerinde konaklama kesinlikle sorun olmayacak.
- Teknolojik altyapıda dosyada çoğu zaman belirsizlikler var ve iyileştirmelerin gerekli .
- Taraftar alanları konsepti Türk yetkililer tarafanıdan çok iyi anlaşılmış.
Mehmet Topal Valencia'da
Resmi site de haberi doğruladı. Uzun yıllar sonra ilk kez bir Türk futbolcusu ciddi bir bonservis bedeliyle üst düzey bir lige transfer gerçekleştiriyor. Bu düzeyde gerçekleşen son futbolcu ihracımız ne zamandı, hatırlamıyorum bile. Konuşulan bonservis bedeli 5 milyon avro. Piyasası zamanında değerlendirilse 8 milyonun üstünü görecek bir oyuncu olabilirdi Topal, o piyasa günlük hesaplarla kaçırıldı fakat bugün dahi ucuza gitmediği kesin.
Her iki taraf için de hayırlı oldu denir ya, gerçekten öyle. Mehmet Topal'a Valencia kariyerinde başarılar dilerim kendi adıma. Her daim takipçisi olacağız çünkü sadece kendisini değil yeni nesil Türk futbolcuları da temsil edecek orada Mehmet Topal. Çok değil, 20 gün önce bu olası transferi değerlendirmiştim. Merak edenleri şöyle alalım. O gün için sakındığımız ve söyleyemediğimiz her şey için daha geniş bir yazı gelecek...
Her iki taraf için de hayırlı oldu denir ya, gerçekten öyle. Mehmet Topal'a Valencia kariyerinde başarılar dilerim kendi adıma. Her daim takipçisi olacağız çünkü sadece kendisini değil yeni nesil Türk futbolcuları da temsil edecek orada Mehmet Topal. Çok değil, 20 gün önce bu olası transferi değerlendirmiştim. Merak edenleri şöyle alalım. O gün için sakındığımız ve söyleyemediğimiz her şey için daha geniş bir yazı gelecek...