Serie A - Bundesliga Savaşları #2: Inter-Bayern

İtalya ve Almanya'nın UEFA sıralamasındaki amansız yarışını ve bu üçüncülük yarışının aslında alelade bir sayıdan daha ötesi olduğunu genişçe açıklamıştık geçenlerde. Şampiyonlar Ligi yarı finallerinden çıkan sonuçlar ve final eşleşmesi bu rekabeti tavana vurdurdu. Bundesliga'nın temsilcisi Bayern, Serie A'nın onurunu savunan Inter'e karşı...


İtalya'da son 10 yılda yaşanan büyük düşüş artık bir sır değil ve çizme sakinleri için artık yumurta kapıya dayandı. Almanya son beş yılın en iyi ülke performansını ortaya koyarak 18.083 puan topladı bu sezon. İtalyanlar, son üç yıl gösterdiği büyük düşüşü Inter'in gösterdiği üstün performansla kesmeyi başarsa da  son dönemece Almanların yarım adım gerisinde girebildiler. Barcelona'nın atamadığı ikinci gol Inter'i finale taşıdığı kadar Serie A'ya onurunu -en azından bir seneliğine de olsa- koruma fırsatı verdi. Serie A mı, Bundesliga mı? Bu sorunun cevabı Bernabeu'daki finalden çıkacak sonuçla doğrudan ilintili. Kupayı kaldıran kulüp aynı zamanda ülkesinin liginin diğerinin önünde olduğunu da ilan etmiş olacak.

Sürekli tekrar edilen mitlerden birisidir. UEFA Sıralaması'nda önemli olan ülkeler değil puanlar sıralamasıdır diye. Yanlış. Hele bu sıralamada üçüncülük ile dördüncülük arasındaki fark sizin üç büyüklerden ya da diğerlerinden biri olduğunuzu ortaya koyan en önemli değişken. Hepimiz biliyoruz ki UEFA sistemi tamamen büyük lig ekiplerini kollamak ve onların tesadüfi kuralarla elenmesini engellemek üzerine kurulmuştur. Zamanında Galatasaray'ın Manchester United'ı elemesi sonrası yeni düzenlemeler gelmesi tesadüf değildi. Şampiyonlar Ligi'nin kurulmasından bu yana geçen süreçte bu terazi üç büyük ligin lehine ağır basmaya başladı. Birincilik bu sıralamada büyük bir prestijdir belki ama üçüncülükle teknik açıdan hiçbir farkı yoktur. Fakat bu üçlünün dışında kalmak artık o ayrıcalıkların da dışında kalmak, Avrupa kupalarındaki payınızın yani liginizin pazarlanabilirliğinin de düşmesi demektir. Serie A'nın yüzleştiği gerçek de budur. Lig gelirleri ve yapılanması konusunda Serie A'nın önüne geçen Bundesliga'nın bunu ilan etmesi de ligini dördüncü tamamlayan ekibi Şampiyonlar Ligi'ne göndermesiyle olacaktır. O yüzden bu müthiş final aynı zamanda liglerin de mücadelesidir. Serie A-Bundesliga savaşında son muharebeye hazırlanın...

Not: Bu arada Milan Asbaşkanı Adriano Galliani de durumun farkında ki "Inter'in kazanmasını istiyorum" diye açıklama yapmış. Bizden başka kimse "puan işte, n'olucak" tadında bakmıyor olaya...

Futbol Tutkusu, Avrupa Yolcusu...

Flying Dutchman'in yakın zamanda bloglar üzerine yazdığı geyik bir yazı vardı, orada benim için "1 koltukta 88 karpuz" başlığı altında bir şeyler karalamıştı. Hatırlamışsınızdır. O 'karpuzların' belki de en büyüğü uzun süredir arkadaşım Mustafa Özdemir'le beraber üzerinde çalıştığımız bir Dünya Kupası projesi. Futbol Tutkusu, Avrupa Yolcusu...
Turnuvada bildiğiniz gibi 12 Avrupa takımı var. Bunların içinde İspanya, İngiltere, İtalya, Almanya gibi kupada iddialı olan birçok ülke mevcut. Bu ülkelerin nabzını Dünya Kupası boyunca kendi ülkelerinden tutup taraftarların düşüncelerinden, futbol kültürlerine, eğleniş biçimlerine kadar her şeyi yerinde görmek, futbol sevdalılarına farklı bir tat sunabilmeyi düşündük. Paris'ten başlayacak 34 günlük bu yolculukta Londra'dan devam eden, Eindhoven, Porto, Madrid, Barcelona, Roma diye devam eden ve grup maçları boyunca 14 şehri dolaşan bir futbol turuna çıkacağız Mustafa'yla. İzlenimlerimizi de bloglarda ve sosyal medya araçları başta olmak üzere birçok yerde paylaşacağız. Üzerine epey çalıştığımız bu projenin gerçekleşmesi için tabii ki finansman bulmamız gerekiyor öncelikle lakin büyük bir ihtimalle gerçekleşecek bu proje için öncelikle sizlerden bir geri dönüş almak istiyoruz. Pek akıl kârı olmayan, futbol sevdası uğruna kendini o şehirden o şehire vuracak iki arkadaşınıza destek olmak ister misiniz? Kimi sadece fikir ve dileklerini belirtir, kimi uğradığımız şehirlerde bize yardımcı olmak ister... Mühim olan bu desteği arkamızda görebilmek.

Projenin detayları kesinleştikçe sizlerle paylaşacağım. Yavaştan Dünya Kupası atmosferine giriyorken bunu da paylaşmanın zamanıydı. Umarım sizler için de güzel, farklı bir şeyler sunabiliriz oralardan...

Barcelona 1-0 Inter || Kazanan Güzel Futbol...

Yaya Toure'nin stoperde başlaması, Busquets'in Barcelona'daki varlığı, Chivu'nun bu akşam sol açık oynatılması... Bunların hepsi iyi güzeldir, taktik değerlendiremeler de birçok arkadaş tarafından yapılacaktır. Fakat ben bu akşam dostlarla muhabbet ederken sohbeti bölecek tek atraksyonun 28. dakikada bence epey tartışmalı olan bir kırmızı karttı. Hal böyleyken bu maçı iyi kurgulayanın o sağ taraftaki çizgiler arasında dört dönen ve tur sonrası golcü sevinciyle depar atan Mourinho olduğunu net olarak söyleyebiliriz. Sevin, sevmeyin ama bu adam büyük adam. Bu adam teknik direktör...

Inter benim için Avrupa coğrafyasında en sevilmeyen takımlar listesinin başında yer alır. Bunun için yeterli sebeplerim var, çoğunluğu Galatasaray eksenli olmak üzere. Buna rağmen bu akşam ben tarihin en iyi takımlarından birisi olduğu şüphe götürmeyen Barcelona'ya iki maçta da istediği oyunu oynatmamayı başarabilen, karşısına dikilebilen bir takım oldukları için Mourinho ve öğrencilerine saygı duydum. Saygı duyulması da gerekir. "Onlar futbol oynamıyo' yeea" dememek, ortaya çıkan sonucu irdelemek gerekir. Barcelona'nın karşısına bir takım çıktı ve Barcelona bu takıma karşı tezini güncellemek, geliştirmek zorunda kalacak. 10 kişilik Inter'in bugün yaptığı budur. Kazanan da güzel futboldur. Herkes birini sever, birinden nefret eder ama kalıcı olan budur...

Barney Stinson & Özdilek

Yorumsuz...

Galatasaray 0-0 Bursaspor || İyi Maç, Kötü Polis

Birisi şampiyonluk, diğeri şampiyonluk ümidi taşıyan iki takım sahaya oynamak ve kazanmak için çıkmış. Kasımpaşa-Fenerbahçe maçının sonucunu da düşününce beraberlik de iki ekip için tercih edilesi bir sonuç değil. Bol pozisyonlu, mümkün olduğunca pasa dayalı, tempolu bir oyun izlerken bir adam çıkıyor ve yersiz bir otorite gösterisi için kornerlerdeki itişmeleri es geçmemek uğruna iki takımı da anlamsızca eksik bırakıyor. Maçın şekli şemali değişiyor, oyunculardan da taraftarlardan da bir şeyler alıp götürüyor bu adam. Sahada da polislik yapmaya çalışan bu adamın adı ise Bünyamin Gezer...

Galatasaray iki haftadır kazandığı tertibiyle çıktı Bursaspor önüne, bekliyorduk. Yaratıcı oyuncu kontenjanından oynayan Elano, Arda ve Keita'nın formsuzluğunu Giovani dos Santos ve sakatlıktan dönen Milan Baros kapatmasını bilince eli yüzü düzgün birçok Galatasaray akını izledik takımdan. Özellikle Milan Baros takım adına en kritik roldeki adam olduğunu yine gösterdi bu maçta. Topu alışı, tutuşu, deparlarıyla hakikaten muazzam bir oyuncu Baros, şu ligin de açık ara en iyi forvet oyuncusudur nazarımda. Onda sonlanması gereken hücumların gelişme sürecini dahi olumlu etkiliyor Çek forvet, bugün aldığı topların hemen hemen hepsini çok doğru şekilde servis etmesini bildi. Pozisyon sonlandırma fırsatı pek olmasa da Galatasaray adına en iyilerin başında geliyordu.

Ertuğrul Sağlam sağa yatık bir kontratak takımı kurgulamış, Ali Sami Yen'den bu şekilde galip çıkabileceğini düşünmüş. Volkan Şen'in önüne atılan toplarla geniş alandan faydalanmak, Sercan'ın da sağa gelmesiyle bu ikili üzerinden pozisyon üretme fikri Bursaspor'da net bir biçimde okunuyordu. Ozan İpek'ten ise uzak forvet olarak atağın yönü değiştiğinde ve defans dengesiz yakalandığında oldukça başarılı olduğu bitirici vuruşlarıyla gol bekleniyordu. Galatasaray'ın beklerinin problemli olduğu bir sır değil. Defansın göbeğindeki sıkıntıyı Hakan Balta'yı ortaya kaydırarak Neill'la beraber çözme yoluna giden teknik heyet bu tercih sebebiyle sol tarafta elle tutulur tek alternatifini de kaybetti. Hem Caner'in, hem de Sabri'nin oyunda bir defans oyuncusundan çok kanatta görev alan bir orta saha oyuncusuymuş ve idareten savunmaya gelmiş görüntüsü bu bölgeleri işlemek isteyen her takımın işine geliyor. Bursaspor için de farklı olmadı bu. En doğru, en ideal şekilde oynadılar bugün. Pozisyonlar da ürettiler. Gol de atabilirlerdi, tıpkı Galatasaray gibi.
Galatasaray'ın golle sonuçlanması muhtemel akınlarının içindeki Keita imzası bu kez beklenenin aksi yöndeydi. Hemen her topu ezdi, pas ve şut tercihleri berbattı. İki kez üst üste kaçırdığı gol pozisyonu Galatasaray adına maçın en net pozisyonuydu. Tamam, gerçekten büyük yetenek ama bu patlayıcı özelliğini ne zaman göstereceğini kestiremiyorsunuz. Bu şekilde oynadığında da takımı yukarıya çıkaran bir oyuncu olmaktan ziyade takımın hücum aksiyonlarını da baltalıyor. Bugün Galatasaray gol atamadıysa tahtaya ilk yazılması gereken isim Keita'dır. Sağ tarafın diğer oyuncusu Sabri de ondan aşağı kalmadı gerçi, son 3 sezonun en kötü oyununu oynadı belki de bugün. Hele bir korner pozisyonu vardı, akıl almaz. Orta sahada taca çıkacak topu kornere atmayı başardı, çok absürd bir andı. Kızmak falan mesele değil lakin sakatlık dönüşü Sabri'nin ezber bozan oyununu görmek henüz nasip olmadı. Kalan üç hafta da olsa da olur olmasa da Galatasaray adına zira bugünkü beraberlikle Şampiyonlar Ligi umutlarını da mucizeye bıraktı takım. Üç maçta alınacak üç galibiyet bile takımı 70 puana yükseltebilir en fazla. İkili averajda iki rakibinin de gerisinde olan takım için hiç de yeterli bir puan değil bu.

Her şeye rağmen güzel bir maç izledik bugün, deplasman tribününün kendini maça adamışlığını görmek, sahada önceliği oynamak olan iki takım izlemek, Bünyamin Gezer'e rağmen tatmin ediciydi. Galatasaray için sezon bitti sayılır pratikte, takım büyük bir ihtimalle üçüncü olarak tamamlayacak ligi. Gelecek sezon için çalışmalara da başlanmıştır şimdiden. Ne olursa olsun, sezon boyunca güzel futbol oynama çabası içerisinde olan takıma ben teşekkür ederim. İki maçtır Ali Sami Yen'de kendi takımımı desteklemekte güçlük çeksem de, rakip akınlarda heyecanlanan insanlar görsem de iyi bir 'sezon finali' oldu benim için. Bursaspor da liderliği kaybetse de Şampiyonlar Ligi elemelerini kazanmasını bildi. İkinci olmak bu sezon başında Sivasspor'un yaşadığı felaket senaryosunun bir benzerini onların da başına getirebilir ama teknik açıdan bu düzeyde bulunmak bile büyük iş. İyi bir takımlar, düzenleri var. Şampiyonlukta hâlâ Fenerbahçe kadar iddialılar bana göre. Bu mücadeleyi izlemek epey zevkli olacağa benzer...

Avea'dan Galatasaray-Bursaspor Maçına 2.Bilet

Sorumuz daha basit bu kez.. İlk yarıdaki maçta Bursaspor kendi sahasında 1-0 kazanmıştı ama bir oyuncusu da kırmızı kart görmüştü. Bu oyuncunun ismi nedir? Buyrunuz...
***
Doğru cevap Ozan İpek olacaktı, ilk cevap veren GS Ruhu nikli arkadaşımız oldu. Kendisini tebrik ediyorum, en kısa sürede bana telefon nosunu ulaştırırsa ikinci Kapalı Üst bileti de onun olacak...

Avea'dan Galatasaray-Bursaspor Maçına 1.Bilet

İlk sorumuz araştırma sorusu olsun. Galatasaray-Bursaspor maçları son 10 yılda hep gollü sonuçlara sahne olmuş. Oynanan neredeyse her lig karşılaşmasında en az bir gol var ama bir maç hariç. Fatih Terim döneminde oynanan bu 0-0'lık maçın tarihini ve Bursaspor'un teknik direktörünü ilk yazan arkadaşımız biletin sahibi olacak. Kolay gelsin...
***
Kazanan burun farkıyla ssezer nikli arkadaş olmuş, tebrikler. Bana telefon numarasını mail atarsa bilet onun.

İkinci biletin sorusu ise bu akşam 23.55'da.(Trafikten dolayı)

Thomas Doll & Jose Coucerio

2008/09 sezonunda Süper Lig'de görev yapan yabancı antrenörlerin hiçbiri bu sezon takımlarını çalıştırmıyor. Michael Skibbe, Luis Aragones, Joseph Jarabinsky... Yerli antrenörlerin kendi içlerindeki o garip rotasyonu da düşünürsek lige farklılık katma adına özellikle orta sınıfta yer alan kulüplerin yabancı hocalarla belli bir sürenin üzerinde çalışmasının önemi büyük. Bu sezon ise geçen sezondan farklı olarak önemli adımlar atıldı. Bunun başında ise 2000'lerin başında kurdukları ekiplerle şampiyonluğa oynamış Gençlerbirliği ve Gaziantepspor'un hamleleri geliyor: Thomas Doll ve Jose Coucerio...

Thomas Doll, kariyer olarak bu ligin en kuvvetli hocalarından birisi. Bungesliga'da bunca yıl görev yapmış ve iz bırakmış bir hocanın Süper Lig'de çalışıyor olması bile büyük şans. Kulübün kendi içinde kurduğu sistemle yıllardır takdir görse de teknik direktör seçimlerinde Ersun Yanal sonrası tam bir felaket olan İlhan Cavcav, Doll gibi sivridilli bir hocayla bir yıl çalıştı. Üstüne üstlük kendisiyle yeni sözleşme de imzaladı. Lig adına gerçekten iyi bir haberdi bu. Doll, Gençlerbirliği'ni gelecek sezon çalıştırmak için şartının "dolu tribünler" olduğunu söylemişti. Cavcav'ın onu kalmak için ikna etmesi takdir edilesi bir iş. Doll de iki gün önce transfermarkt.tv'ye gelecek sezonki planlarıyla ilgili açıklamalarda bulunmuş. Almanca bilen arkadaşlar muhakkak daha doğru çeviri yapacaklardır ama birkaç detayı da konuşmadan atlamamak gerek.

İlk senesini değerlendirirken yaşadığı zorlukların başında Hacettepe'den gelenlerle mevcut kadroda bulunan oyunculardan takım oluşturmak olduğunu söylemiş. Türkiye'de oyuncuların birbirlerinden kopuk oynadığını, bunun yıllardan beri süregelen bir alışkanlık olduğu tespiti önemli. Görev süresi boyunca bir bütün olarak hareket etme konusuna konsantre olduğunu, 5 tane hücum oyuncusu kullanmalarına rağmen bu konuda taviz vermediklerini anlatmış. Doll, ayrıca işin hücum tarafında elinde yeterli sayıda kaliteli oyuncu bulunmadığını, takımın oyuncu kalitesine oranla iyi bir yerde olduğunu söylemiş. Amacının ileride tekrar bir Bundesliga kulübünde çalışmak olduğunu da sözlerine eklemiş.

Sözleşmesini uzatan diğer yabancı hoca ise Jose Coucerio. Gaziantepspor, Nurullah Sağlam'ın takımdan ayrılmasından sonra 08/09 sezonunun sonlarında göreve getirdiği Portekizli hocayla göreve devam etme kararı almış. Resmi siteden de geçmişler haberi ve teknik heyetin talepleri doğrultusunda kadronun güçlendirileceği vurgusu da dikkat çekiyor. Önümüzdeki sezon hem Gençlerbirliği'nden hem de Gaziantepspor'dan daha iyi dereceler bekleyebiliriz...

Bayern 1-0 Lyon || Hikayelerin Maçı...

Barcelona-Inter eşleşmesi zirve ekiplerin mücadelesi, iyi hoş ama Bayern'in de Lyon'un da buraya gelişinde ayrı birer hikaye olması benim için daha çekici kıldı maçı açıkçası. Sezona felaket başlayan ve gruplarda Bordeaux'nun müthiş çıkışıyla UEFA Avrupa Ligi yolu gözüken Bayern'in Delle Alpi'de 4 golle Şampiyonlar Ligi'ne tutunuşu, Manchester United'ı elemesi güzel bir yolculuk. Uzun süredir bu seviyeye çıkma başarısı da gösterememişlerdi. Keza Lyon'un altın çağında sürekli Şampiyonlar Ligi çeyrek finaline takılıyorken Juninho sonrası dönemde biraz da yerel eşleşme şansıyla o eşiği atlaması da kendi içinde bir hikaye barındırıyor. Hikayesini masallaştırma ihtimali olan iki takımın mücadelesini seyrettik bu akşam...

Hikayesine tutunmak isteyen taraf ise açıkça ev sahibi Bayern Münih'ti. Ligin ikinci yarısı itibariyle oturan oyun stillerini hiç bozmadan sahaya yansıttılar, adeta Lyon'u sahadan sildiler. Bayernli oyuncuların verdikleri paslardaki güveni ve bilinci inanılmaz hoşuma gidiyor, rakibin yaptığı savunma ve presin sanki hiçbir etkisi olmuyor üzerlerinde. Hatta çoğu eşleşmede rakibin üstüne gelmesinden faydalanıp ufak bir dokunuşla zaten hızlanmış bir diğer arkadaşa topu iletmeleri hayranlık verici.

Düzen böylesine iyi işleyince Robben ve Ribery gibi fark yaratan, dikine oynayan, saha görüşü geniş olan iki süper yıldız Lyon'u çok zor durumlara soktular maç boyu. En azından Ribery sahada kalana kadar. Tam Saha dergisinin mart sayısında Hagi röportajı vardı Selim Şakarcan'ın yaptığı. Orada Hagi 10 numaraların bittiği savının tam bir klişe olduğunu, birçok büyük takımda 10 numara kimlikli en az 2-3 oyuncunun bulunduğunu söyledi mevkilerden bağımsız olarak. Hagi'nin söylemek istediklerinin tam karşılığı bugün bu ikiliyle sahada vücut bulmuş gibiydi. Lyon'da ise sırtı dönük iş yapmaya çalışan Lisandro ve orta saha mücadelelerinde gözüken Kallström dışında hücuma dair bahsedilecek bir şey yoktu. Ara ara da Ederson'un ayağına top değdi o kadar. Maçta adı en sık duyulan Lyon oyuncusu stoper Cris'ti zaten.

Maçın gidişatını değiştirecek olay ise Ribery'nin 38'de Lisandro'nun bileğine dalması oldu. Rosetti de cart diye çıkardı kartı gerçekten, takdir edilesi. Şampiyonlar Ligi yarı finalinde ev sahibinin en iyi oyuncusunu direkt kırmızıyla atmak önemli iştir. Ribery ne yapmaya çalıştı, Lyon acaba geri döner mi diye sorular kafaları kurcalamaya başlamışken aslında Lyon'dan hiçbir halt olmayacağı, Bayern'in oynamaya devam edeceği bir süre sonra anlaşılmıştı. İkinci yarıda Toulalan atılana kadar bir kişi fazla oynayan Lyon'un kayda değer tek hücum verisi Kallström'ün 35 metreden vurduğu güzel şuttu ki onun da kalede Leo Franco yoksa gol olmayacağı vuruş anından bile belliydi. Bayern 10 kişiyken bile kamyonla gol kaçırmaya devam etti. Müller bugün beceriksizlikte çığır açmayıp Robben ve Lahm'ın lokum gibi paslarını hiç etmese maç rahatlıkla 3-0'a giderdi, o da en az. Mario Gomez de oyuna girdikten sonra Müller'i yalnız bırakmamak adına Robben'i çıldırtacak işler yapmaya devam etti.
Robben için ayrı bir parantez açmak lazım şu oyundan sonra. Geldiği ilk gün bile Real Madrid'in onu sırf Hollandalı olduğu için gönderdiği, bu çete takıntısının kurbanı olduğu aşikârdı. Geçen sene 6-2'lik maça kadar Real Madrid'in şampiyonluğa oynamasını sağlayan iki-üç oyuncudan birisi de oydu. 6 senedir Şampiyonlar Ligi çeyrek finalini göremeyen Madrid ekibinin yöneticileri biz bu adamı niye verdik diye düşünüyorlardır herhalde. Rakip defansları öyle kıl pozisyonlara sokuyor ki tek dokunuşla adamın ters ayağının müdahele edemeyeceği bir noktaya çekme şansı her zaman cebinde oluyor. Özellikle Müller'e inanılmaz servisler yaptı, baktı olmayacak, 69'da orta sahadan füzeyi çaktı. Hoş, topun Müller'in kafasından çarpıp içeri girmesi de ironik olmadı değil. Hoş, Sabri Ugan bu müdahele Lloris'i yanılttı diyor ama bence Lloris zaten yanlış adım atıyor daha top Müller'e dokunmadan. Bu dokunuş da topun doğrultusunu ya da hızını değiştirmiyor. Müllersiz de gol olurdu yani, Robben'in hakkını yememek lazım.

Lyon'un sahaya ne fikirle çıktığını bilmiyorum ama Sidney Govou'nun gereksiz şutunu saymazsak bomboş bir ikinci yarı oynadılar. Allah aşkına, ilk yarı en iyi oyuncusu atılmış bir rakibe karşı böyle mi oynanır! Savunma futbolunun da güzel yönleri var, doğru oynanınca zevk verir falan eyvallah da o futbolun bu futbol olmadığı bariz şekilde belliydi. İlk yarının başlarında kornerden dönen topa vurulan tek şut dışında organizasyon kırıntısı taşıyan tek pozisyon yok, bariz bir şekilde Bayern'in insafına kalmışlardı. Evlerinde farklı mı oynayacaklar, artık bilemem ama turun favorisi açık ara belliydi ve o takımın Lyon olmadığı kesin...

Mehmet Topal & Valencia

Bir süredir Valencia'nın Mehmet Topal'la ilgilendiğini ısrarla yazıp çizen İspanyol gazeteleri işi bir adım öteye götürüp transferin Mehmet Topal kanadında bittiğini söylemişler. Hatta rivayete göre Topal, 4 yıllık ön anlaşma bile imzalamış. Ortalıkta dolaşan fiyat 7 milyon avro lakin henüz bu fiyatı onaylatma şansımız henüz yok. Bülent Timurlenk yani namı diğer Aceto, Valencia'nın Topal için 5 milyon avrodan fazlasını önermeyeceğini yazmıştı bir süre önce, yani fiyat baremi aşağı yukarı 5-7 milyon avro arası bir yerde gibi gözüküyor. İyi para. Kazanılan bonservisten de öte Galatasaray, 1 milyon avroya aldığı ve 11 gün sonra Steven Gerrard'ın karşısında oynattığı genç bir oyuncudan dört sezon faydalanıp dünyanın en iyi liglerinden birine bu oyuncuyu iyi bir fiyata pazarlamıştır, mühim olan nokta bu. Aradaki fark Topal'ın değeri olduğu kadar Galatasaray ve Galatasaray etiketiyle seçildiği millii takım apoletinin marka değeridir. Galatasaray, kendi değerini pazarlamayı sonunda akıl edebilmiştir. Sevindirici olan nokta bu...

Mehmet Topal, iki sezondur son kazanılan şampiyonluğun baş mimarlarından biri olmasını sağlayan oyun yapısından uzak. Kalli sonrası çalıştığı Michael Skibbe, kısa da sürse Bülent Korkmaz ve özellikle Frank Rijkaard dönemlerinde üzerine koyamamış, hatta kaydettiği gelişimi de sahaya yansıtmakta zorlanmış olması Galatasaray taraftarlarının gözünden kaçmıyordu. Bu blogda da iki üç kez söyledim sanırım. Verimli oynayabildiği zaman en üst düzey liglerin kalburüstü takımlarında rahatlıkla yer bulacak bir oyuncudur Topal ama formsuz hali hakikaten çekilmiyor. Takım, Topal üzerine plan kurduğunu ve arkasını doldurmadığı zaman da onun formsuz dönemlerinde nal topluyordu. Son iki sezondur maddi anlamda azımsanmayacak yatırım yapılan Galatasaray'ın zirve yarışında istediğini bir türlü elde edememesinin ana sebeplerinden birisi orta saha rotasyonunu bir türlü yenileyememesi idi. Mehmet Topal transferinin iyi bir nakit girdisi sağlamanın yanı sıra bu bölgeyi yenileme zorunluluğu getiriyor olması bence sevindirici bir gelişme.
Mehmet Topal için de gerçekten önemli bir adım olacak bu transfer gerçekleşirse. La Liga'ya transfer olup iş yapan en önemli oyuncumuz Nihat Kahveci'ydi ama o teknik direktör kontenjanından genç yetenek olarak gitmişti. Valencia, Topal'ı isterken herhangi bir referans kullanmadan, direkt olarak oyuncuyu izleyerek bu karara vardı. -ki uzun süredir üst düzey yerli oyuncu ihraç etmekte zorlanan Türkiye Ligi için de sevindirici bir gelişmedir bu- AB dışı oyuncu kontenjanında yer alan Topal'a Valencia'nın ne kadar önem verdiği buradan rahatlıkla okunabilir. Mehmet Topal'ın oynayacağı bölgenin şimdiki sahibi Albelda. Onu da 34'lük Baraja yedekliyor. Baraja, ezelden beri sevdiğim oyunculardan biridir ama kariyer zirvesinden çok çok uzakta şu günlerde, Albelda'nın da uzun süre formayı tapulayabileceğini sanmıyorum. Topal eğer bu değişimi fırsata çevirir ve oyununu üzerine koymaya devam edebilirse Valencia ilk 11'ine yerleşmekte bence sıkıntı yaşamayacaktır.

Yine de Frank Rijkaard'ın konu hakkında ne düşündüğünü bilmiyoruz, transfer resmileşmeden onun hâlâ müdahele edebilme şansı olduğunu unutmayalım. Hoş, ben onun da rotasyondan pek memnun olduğunu sanmıyorum, muhtemelen Topal'ın bu sezonki gelişimine ve diğer oyuncuların kenardan katkı vermesine yatırım yapmıştı. Karşılığını aldığını söylemek zor. Musa Çağıran'ın rotasyon elemanlarından biri olacağını düşünürsek bu bölgenin bir ya da iki ciddi takviyeye ihtiyaç duyacağı kesin. Arda Turan ve Servet Çetin söylentilerini de hesaba katarsak ciddi bir yerli revizyonuna gidecek sanırım iş. Feyenoord sonrası piyasası makul, Dortmund tarafından bırakılmaya müsait bir Nuri Şahin'i kaçırmış olmanın pişmanlığını yaz transfer döneminde daha yoğun yaşayabilir Galatasaray. Hareketli günler bizleri bekliyor...

Kasımpaşa'da Maç Başkadır!

Kasımpaşa yönetimi, ilk yarıda oynanan Galatasaray maçı için deplasman tribünü bilet fiyatını 120 TL olarak belirlemişti. İki hafta önceki Gençlerbirliği maçında biletleri 10 TL yapan Kasımpaşa kulübünün bu absürd fiyatlandırmayla ilgili açıklaması ise en az bedelin kendi kadar garipti. Galatatasaray taraftarları Ali Sami Yen’de oynanan maçlarda Kapalı tribüne verdileri ücret buymuş, maç Kasımpaşa’da olmasına rağmen izleyecekleri takım yine Galatasaray’mış...

Bugüne geldiğimizde tabloda hiçbir farklılık yok. Fenerbahçe maçı için talep edilen bilet fiyatı yine 120 TL. Kombinesi 100 TL olan, normal maç bileti fiyatları 10 TL olan bir kulübün insanlarla alay eder gibi biletlere yüzde 1100 zam yapmasının hiçbir makul açıklaması yok. Aslında sorun bu zammın yapılması değil, hiçbir tereddüt göstermeden bu pişkinliğin tekrarlanmasını engellemeyende. Bu tip düzensizliklerin, aleni rezilliğklerin olmaması için görevde değil midir bu federasyon? TFF’nin tek derdi başkana gelen kısa mesajların haber yapılmasını sağlamak mıdır? Dün oynanan Inter-Barcelona Şampiyonlar Ligi yarı final maçı dahi 30 avrodan başlayan fiyatlarla izlenebiliyorken Kasımpaşa-Galatasaray/Fenerbahçe maçlarını 120 TL olması bu ligi ve bu ligi yönettiğini zannedenleri ilgilendirmiyor mu? Kasımpaşa’nın tek geliri bu, ne yapsın gariban kulüp, bla bla bla... Madem böyle uçuk bir dengesizlik var kulüpler arasında, buna çözüm araması gereken de zaten federasyon ve Kasımapaşa kulübünün kendisi değil mi? Şark kurnazlığıyla bu iş çözülecekse zaten çözülmesin. Bırakın dağınık kalsın...

Burada hakkını savunması gerekenler esas olarak bu kulüplerin yönetimleri ve taraftar dernekleridir. Rakibinin renklerinde köpek çizdirip balonlara bastırmayı akıl eden yönetimler, önce kendi taraftarlarının dolandırılmasına engel olmayı düşünmeliler. Düşünüp buldukları çözüm de ‘kısasa kısas’ deyip Eski Açık’a 75 TL fiyat çekmek değil, bu konunun Kulüpler Birliği ve TFF nezdinde gündeme alınması ve kalıcı olarak engellenmesi olmalı. Madem bu konularla ilgilenemeyeceksiniz, niye toplanıp birlik kuruyorsunuz? Çay kahve içmek için mi?

Fenerbahçeli arkadaşlar arasında şampiyonluk yolundaki en önemli karşılaşmalardan birini kaçırmamak adına bu bedeli ödemeyi göze alacak olanlar çıkacaktır, bir şekilde o tribün dolacak elbette. Fakat esas olan bu çileyi beraber çeken Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe taraftarlarının bir araya gelip bunu bir şekilde duyurması, kampanya başlatması olmalı. Yoksa bu bilinçsiz, görevinin ne olduğuna dair hiçbir fikri olmayan kurumlar arasında ezilen yine elindeki maaşın yarısını deplasman tribününde izleyeceği ortalama bir maça ayırmak zorunda kalacak olan taraftarlardır...

Inter 3-1 Barcelona || Antitez...

Eto'o, Milito, Pandev ve Sneijder... İlk 11'lere baktığımda Iniesta olmadığında oynayan ideal bir Barcelona dizilişi ve takımı görmeme rağmen Mourinho'nun Giuseppe Meazza'ya çıkardığı hücum hattı gerçekten ciddi bir hamleydi ve sahada karşılığı olup olmayacağı benim için merak konusuydu. Şampiyonlar Ligi gruplarında Barcelona iki maçta da üstünlük kurup rahat geçmişti Mourinho'nun öğrencilerini, Inter'in ideal düzeni Barcelona'yı zorlamak için yeterli olmamıştı. Mourinho'ya yeni bir 'antitez' gerekiyordu...

Barcelona maçları değerlendirilirken 'büyük sır' başlığı altında topla oynama oranları, pas sayıları ve isabet oranları inceleniyor her daim. Bugünkü maça bakıyoruz, Barcelona açıkça pozisyon üretmekte zorlanmış ama istatistik kağıdına baktığımızda 12 şut hiç de azımsanacak bir rakam değil. Yüzde 62 topla oynama oranı, %86 isabet oranı ve tamamlanmış 512 pas ise mükemmel bir oyun resmi çiziyor bizlere ama işin aslının öyle olmadığı açıkça görülüyor. Barcelona'nın domine edip kazandığı Inter maçlarına da bakarsak çok benzer sayılara ulaşıyoruz zaten. Demek ki Barcelona'nın senelerdir üzerine koyarak oynadığı oyunu okurken topu ayağında tutma becerisini tek değişkenmiş gibi atfetmemek, bunun dışındaki kriterlere de bakmak gerekiyor.
Aslında Barcelona maçın başında ana hücum setlerinden gidemese de Inter lehine farklılık yaratan en önemli oyuncu Maicon'un bölgesindeki toplu adam Maxwell'i savunmakta ısrarcı olmaması sayesinde erken bir gol bulmasını bildi. Yukarıda belirttiğim istatistiklerin aksine de bu dönemde pas trafikleri henüz istenilen düzeyde oluşmamıştı. Maxwell'in çizgiye inişi ve topu penaltı noktasına çıkarışı pozisyonun %50 gol olması anlamına geliyordu. Orada tek vuruşu yapacak Barcelona'lı bir oyuncu var olup olmamasıyla alakalıydı sadece pozisyon. Pedro doğru zamanda doğru yerdeydi ve ilk gol geldi. Buna rağmen maçın başından beri Barcelona'yı istediklerini yapamamaya zorlayan, topu ilk tercihler yerine ikinci, üçüncü tercihleri kullanmaya iten bir Inter vardı. Mourinho'nun öğrencilerinin temel hücum planında ise Top kendilerine geldiğinde de sahayı dikine ve yatay olarak hızlı geçip Barcelona kalesine inme fikri vardı. Barça kalesine hızlı inilemezse de rakip yarı sahaya yerleşmeyi ihmal etmiyorlardı.

İlk gol de hızlı hücumdan değil yerleşik savunmaya karşı oynanan ters kanat oyuncusunu içeri sokma setiyle geldi. Sağdan ikili bir oyunla penaltı noktasına paralel net bir pas. Rakip defans oyuncularını üzerine çekmiş olan forvet tarafından topun kontrol ediliş ve soldaki ölü noktaya aktarılışı ve sol kanattan gelip boşa çıkmış diğer forvetin tek ve net son vuruşu. Maicon, Milito ve Sneijder... Hakikaten muazzam bir oyundu, izlenmesi de büyük keyifti bence.

Maçın dinamiklerini değiştiren gol ise şüphesiz Inter'in ikinci golüydü. Barcelona defansını dengesiz yakalandığı bir hızlı hücumda sağa kat eden Pandev'in bu sırada çapraz koşuyla içeriye dalan Maicon'u görmesi ve Maicon'un kısa mesafede kontrol edip hızlı dokunuşu maçı temel olarak rakibinin pas trafiğini bozmak ve bundan faydalanmak üzerine kurmuş Inter'i iki adım öne geçirdi. Bu dakikadan sonra Milito'nun kafasıyla gelen üçüncü gol dahil birçok kontratak pozisyonu bulundu, birçoğu da girişim aşamasında kaldı.

Barcelona'nın Inter'in presli alan savunmasını çözme adına yapabildikleri kısıtlıydı. Zlatan'ın kenara alınıp Abidal'in oyuna sürülmesi dört oyuncunun bölgelerini kaydırıp Messi'yi kaleye yaklaştırma fikrini barındırıyordu esasında ama bu sadece Guardiola'nın sonuç vermeyen bir girişimi olarak kaldı. Kaleye yakın bölgelerde topla çok az buluşabilen Messi beklenilenden uzaktı bugün. Arjantin Milli Takımı'nda bir sene önce yaşadıklarının bir benzeriydi sanki bugünkü maç. Buna benzer bir diziliş Real Madrid maçında fena iş yapmamıştı, Puyol'un sağ bekte, Alves'in önünde oynadığı, Messi'nin ise içeri geçtiği düzen Inter'in hamleli oyuncularının bugünkü kusursuz oyunuyla işlemedi. Barcelona'da üzerine konuşulacak pozisyon olarak bir tek Alves'in 3-1'ken içeri daldığı ve penaltı beklediği pozisyon var. Bence hakemin kararı orada doğruydu, ilk anda penaltı izlenimi uyandırsa da hakem pozisyonu müthiş süzmüş.

Velhasıl skor tam da istediğim gibi Barcelona'yı tehdit eder cinsten oldu. 'Uzay takımı' olarak adlandırılan Katalan ekibinin bu 'challange' karşısında nasıl tepki vereceği, gol yemesi durumunda Inter savunması karşısında 3 ve üstü gol bulup bulamayacağı benim için şimdiden merak konusu. Bugün en çok sevinmesi gereken isim Jose Mourinho'dur belki de lakin maç sonu yaptığı açıklamalada temkinli konuşmuş Portekizli. "İkinci maçta her şey olabilir ve yenilebiliriz de" demiş ve ayakları yere sağlam basan bir tavır sergilemiş. Ölümüne mücadele eden ekibini de kutlamış. Jose Mourinho, akıllı ve makul konuşuyorsa esas o zaman korkacaksın demişler. Uzun süredir otobüs yolculuğu boyunca 7 Inter maçını analiz ettiğini söyleyen Guardiola'nın dönüş yolunda bir 7 maç daha analiz etmesi gerekebilir bugün...

Kaptan Arda'nın İmtihanı

Arda Turan'la Caner Erkin bugünkü antrenmanda ikili mücadele sonrası tartışmışlar, Caner'in de dudağı açılmış arbede sonucunda. Her takımda olabilecek şeyler bunlar, zaten ikili de çalışma sonrası barışmışlar hemen. Manisaspor döneminden bu yana belli bir samimiyetleri var bu ikilinin, Serdar Özkan'ın da dahil olduğu bir arkadaş grupları var diye biliyorum. Çok derin yorumlamalara gerek yok belki ama belli olan bir şey var ki Arda hâlâ gergin...

Galatasaray kaptanlığı en büyük onurum
Galatasaray kaptanlığını Türkiye için oldukça erken bir yaşta aldın. Sorumluğunun artması da seni bir vites daha yukarı taşımış görünüyor. Bu konuda ne söyleyeceksin?
Mourinho'nun çok güzel bir sözü var, "Bana baskı var mı diye soruyorlar, baskı evine ekmeye götürmeye çalışan insanların üzerinde olur" diyor. Evet, benim üzerimde baskı var ama ben bu baskıdan keyif alıyorum. Bir de şöyle bir şey var. Galatasaray taraftarı bazen bana homurdanıyor. En fazla gücüme giden de bu oluyor. Çünkü ben iyi de oynasam kötü de oynasam daima mücadele ediyorum. Babam da bana homurdandığında bozuluyorum. Çünkü ailemden biri huzursuzluk çıkarmış gibi geliyor. Galatasaray'daki homurtulara da aile içindeki huzursuzluk olarak bakıyorum. Kaptanlığa gelince, çok seviyorum. Pazubandı her taktığımda, soyunma odasından çıkarken aynaya her baktığımda içimden "Çok şükür" diyorum. Bunu yaşadığım, bu pazubandı koluma taktığım için… Dünya hayatımda yaşayabileceğim en büyük onur Galatasaray kaptanlığı. Bu konuda çocuk ruhlu düşünüyorum. Evde odama gidip pazubandıma bakıyorum. Düşünsenize, en büyük hayalinize kavuşmuşsunuz. Galatasaray kaptanlığını lâyıkıyla yaptığımdan bir gram bile şüphem yok. Hiç yakışıksız bir davranışta bulunmuyorum, çok da güzel taşıdığımı düşünüyorum. İnşallah şampiyonlukla da taçlandırırsak, kupayı kaldırdığım gün dünyanın en mutlu insanı olacağım.

Arda Turan, taraftar ve taraftar tepkisiyle ilgili hissettiklerini bu şekilde ifade ediyor. Hiçbir eleştiriden etkilenmediğini ama taraftarın mücadele etmesine rağmen homurdanmasına alınan bir oyuncunun sevgilisine yaptığı ufak bir jest üzerinden kendi taraftarının tezahüratlarına konu olması nasıl hissedeceğini düşünmemiz gerekiyor önce. Doğru ya da yanlış, belki Arda Turan stadyum taraftarının yönlendirilebilir olduğunu göz ardı edip bu tepkileri fazla önemsiyor olabilir ama bu ona yapılanı ve Arda'nın algısını değiştirmez.

Belli ki Arda çok kırgın ve bu kırgınlığına rağmen göstermelik bir şov içine girmeyi düşünmüyor. Manisaspor maçında çağrılmasına rağmen tribünlere karşılık vermemesi bunu açıkça gösteriyor. Kimileri taraftara karşı durulmaz diye düşünebilir ama bence tamamiyle "biz Arda'yı da protesto ederiz, sonra nasıl olsa çağırırız" egosuyla bu protestoya karşı Arda'nın bir duruş göstermesi yadırganmamalı. Tribüne çağırmamak, gol atarsa adını bağırmamak bir mesaj verebilirdi belki ama yönetimin onayından geçmeden yapılabileceğine inanmadığım bu tepki ve tezahüratın elle tutulur bir tarafı yok bence. Manisa deplasmanına giden ve çevre illerden tribüne giden dostların da Arda'nın kırgınlığını belli edişine fazla alınmaması, kişisel algılamaması gerektiğine inanıyorum. Sonuçta Arda'nın muhattabı bellidir, karşılık verirse neyin nasıl görüneceğini de hesap etmiştir. Kendilerinin istediği oyuncuya istediği şekilde sallama hakkı olduğunu, Arda'nın da hemen yumuşayacağını düşünenlerin bunun bir sonucu olacağını bilmesi gerekirdi...
Bunlar işin insani yönü biraz da, kendimi Arda'nın yerine koyduğumda sonuna kadar hak veriyorum ben ama liderlik denince işin içine farklı kriterler de devreye giriyor, sorumluluk alanınız genişliyor. Kriz durumunda lider kişinin sadece kendi hissiyatını düşünerek değil mevcut durumu analiz edip ona göre en doğru hamlenin ne olduğuna karar vermesi, kısacası soğukkanlı olabilmesi gerekiyor. Taraftarla arasındaki ilişkinin asla aynı olmayacağı aşikâr olsa da Arda'nın burada insiyatif alması gereken taraf olduğunu, Galatasaray adını bu çekişmeye daha fazla malzeme etmemek adına en azından sezon sonuna kadar bu tavrını askıya alması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu çekişmenin görünmeyen bir de yönetim ayağı olsa da iyi bir kaptana, iyi bir kriz yöneticisine yakışan bu sorunu daha fazla uzatmamaktır. Sezon bittiğinde de oturulur, konuşulur.

Görünüşe göre Arda'nın bir gözü artık Avrupa'da. Ortada daha protesto yokken dahi mevcut ortamdan bıkkın olan bir oyuncunun bu muameleden sonra kalmakta ısrarcı olacağını ben hiç zannetmiyorum. Sezon sonu için bu da bir opsiyon belki Arda için ama hâlâ hedefleri olan ve son dört haftada oynayacağı her maçı kazanmak zorunda olan bir takımın kaptanının bir adım öne çıkması gerekiyor...

Bilica & Tartışma Kültürümüz

Bilica'nın dün akla hayale gelmeyecek bir şekilde penaltı yaptırdıktan sonra gidip penaltı noktasını dağıtması günün olayı. Dün maçı yazarken ben de değinmeden geçemedim bu absürd olaya lakin maçın önüne geçen her hareketin tartışılmasında olduğu gibi tartışma ekseni karşı tarafın niyetini okuma seansına dönüşüyor ve işin şirazesi kayıyor. Taraftar refleksleri ve karşıdakini birey olarak değil topluluğun herhangi bir parçası olarak görüp genellemeyi içinde barındıran bu tartışma kültürü hemen hiçbir yapıcı sonuç üretmeyen, kısır ve aklın kaybolduğu gereksiz tartışmalara dönüşüyor. Bir şeyler değiştireceksek önce kendi bakış açımızı sorgulamamız gerekiyor.

X takımın bir futbolcusu rakibine kontrolsüzce girdikten sonra penaltıya sebebiyet verip ardından penaltı noktasını tekmeleyerek dağıtıyor. X taraftarları da dahil olduğu aklı selim hemen herkes hareketin anlamsızlığının farkında. İyi, güzel herkes olayı kınıyor derken taraftar reflekslerini tutamayan, kendince madur olan Y taraftarları bu olaya gereğinden fazla anlam yüklüyor ve X takımının karakteristik yapısını sorguluyor. Baştan olayın anlamsızlığını kabul eden bir kısım X taraftarı ise "ben iyi niyetli yaklaştım ama bu kadarı fazla" diyerek bu kez objektif bakmaya çalıştıklarını ama Y takımının da zamanında bunu bunu yaptığını, kimsenin X kimliğini sorgulama hakkı olmadığını söylüyor. Bu kez de onlar kendilerini baştan haklı olarak konumlandırdıkları için bakış açılarında buradaki değişkenin olay değil destekledikleri X kulübü olduğunu varsayıp bunun üzerinden "yeter artık, söz bizim" sloganıyla özetleyebildiğimiz patlamayı gerçekleştiriyor. Bundan sonra işin geleceği nokta ise başka bir takıma gönül vermiş bir futbolseverin kendi takımının maçı üzerine bir şey söylemeyi hakkı olmadığını düşünen güruha yeni neferlerin katılması oluyor...

Şu yukarıda bahsi geçen olayda Bilica'nın ya da hakemlerin rolünün artık bir önemi yok, onlar zaten her maç sonrası sahneye konacak bu anlamsız oyunun çıkış noktasını oluşturuyor. Meydan artık kutuplaşmaktan tanımlanamaz bir haz alan ülkemiz futbol ahalisinin başrolünü oynadığı bu oyunun. Onlar hakkında ise oluşan yargılar çok daha sert, birisi haklı diyorsa diğeri futbol hayatının bitirilmesi gerektiğini düşünüyor...

İşte maç sonrası inatla bu sunî gündemin kucağında kendimizi bulmamak adına yapılacak tek bir şey var. Konuyla ilgili kendimizce oluşturduğumuz fikri elde tutmak kaydıyla mümkün olduğunca saha içine konsantre olmak çünkü bu oyunun aslî unsuru orada. Geri kalanlar bu oyun için birer yardımcı olmaktan öteye gidemez. Nereye bakarsak orayı görürüz çünkü. Yeşil sahada futbol adına müthiş hareketler, makine düzeniyle işleyen takımlar, hatasız maç yöneten hakemler olmasa da gözümüzü futbola açtığımızda usta bir ayaktan ceza yayı önünden atılmış muhteşem bir şut, sol kanattan akan gencecik bir adam göreceğiz belki. Adı Ronaldinho ya da Marcelo olsa neler konuşacağımızı düşünelim yeter. Yemeğin etrafında sinekler her zaman vardır. Yemeği bırakıp sineğe bakarsanız o sinek yemeğe konar, mide bulandırmaktan öteye gider, yemek mundar olur. Biraz da yemeğe baksak hiç fena olmayacak sanki...

Fenerbahçe 1-0 Beşiktaş || Kadıköy Derbisi...

Kadıköy ve derbi deyince Fenerbahçe için tarife aynı. Erken gelen bir gol ve gol sonrası kalesini muazzam savunan bir bütün... Zaten Beşiktaş maçlarının sabiti olan enfes bir Alex golünün daha ilk dakikadan gelmesi muhtemelen Mustafa Denizli’nin ideal senaryosunda yer almıyordur. Golsüz eşitliği savunup Bobo'yu rakip defansın arkasına kaçırdıkları kontralarla skor bulmayı planladığı her halinden belli olan Beşiktaş'ın hücum planı da böylece suya düşmüş oldu.

Savunmaya kurgulu tarafın geriye düştüğü karşılaşmaların ilk yarısı genelde çöpe gider. Derbi de bu açıdan pek farklı sayılmazdı. Atılan gol Fenerbahçe'nin başarılı olduğu kendi yarı sahasını savunma fikrine yönelmesine sebep oldu. Denizli ise hamlesini erken kullanmak niyetinde değildi. Tek aksiyon iki takımın da bolca bulduğu duran toplardı ama 'duran topların usta isimleri' tehlike yaratacak pasları atmakta epey zorlandılar.

Mustafa Denizli'nin oyunu değiştirme yolundaki ilk hamlesi defansın sağında oynayan Kaş'ı alıp Uğur İnceman'ı oyuna sürmek oldu. Toraman'ı sağ kenara alıp Kaş'a göre daha başarılı olduğu ön alan hücumlarında faydalanmayı düşünmesi değişikliği anlamdıran tek detaydı bana göre. İnceman da daha sonra Bilica'nın hatasından kazanılan penaltı dışında maçta pek de gözükmedi. Beşiktaş'ın etkili hücumları değişiklik yapılan sağ kenardan değil, Gönül'ü her topla buluştuğunda ekarte eden İsmail Köybaşı'nın bulunduğu sol taraftan geldi. 58'de Lugano'nun eliyle topu kestiği ve bence bariz bir penaltı olan pozisyon da İsmail imzalı bir sol kenar akınıydı. Penaltının çalınmamasıyla birlikte maçın gidişatının değişti aşikardı. Nitekim ilk penaltıyı ıskalayan hakem kontrolsüzce rakibine giren Bilica'nın penaltısını görmezden gelemedi.

Ben "penaltı kurtarılmaz, kaçırılır" düsturuna inanan birisi oldum her zaman. Bugün Volkan Demirel'in iyi köşe seçip atladığı penaltı pozisyonunda da hatalı olanın Bobo olduğunu düşündüm açıkçası. Fakat iki sene sonra bu penaltıyı hatırladığımda aklıma gelecek ilk sahne Bobo'nun vuruşu ya da Volkan'ın atlayışı değil Bilica'nın 8-9 kere tekme atıp penaltı noktasını dağıtması gelecek. Şu olay Galatasaray'da gerçekleşse gerçekten çok utanırdım, Fenerbahçeli arkadaşlar da muhtemelen benzer düşünüyorlardır.

Topun Beşiktaş'ta olduğu fakat pozisyon anlamında kısır olan bir son çeyrek izledik maçta. Ne bir kontratak, ne etkili bir şut... Fenerbahçe ve Beşiktaş'tan gelen tehlikeli akınlar değil kırmızı kartlar oldu. Önce dirsek attığı gerekçesiyle atılan Ernst, sonra birbirleriyle tekmeleştiği gerekçesiyle Toraman ve Vederson. Hangisi kırmızı karttı diye sorulsa hiçbiri diyenler de olabilir, haklıdırlar da. Hüseyin Göçek'in derbileri karıştırdığından şüpheliyim açıkçası. Kesin olan şu ki derbiden de firesiz çıkan Fenerbahçe en az Bursaspor kadar şampiyonlukta iddialı. Zirve mücadelesinin detaylarına daha sonra ineriz zaten...

Manisaspor 1-2 Galatasaray || Baros Etkisi

Şu takım eğer bugün itibariyle şampiyonluğun en kuvvetli iki adayından birisi değilse bunun sebebi Fenerbahçe maçıdır lakin her zaman dediğim gibi bu maç Sami Yen'de kaybedilen değil Saraçoğlu'nda Milan Baros'un kaybedildiği maçtır. Galatasaray'ın hücum sisteminde alternatifsiz bir kişi varsa o kişi de sezon başında Milan Baros'tu. Shabani Nonda'nın yedeklemesiyle sıkı bir forvet rotasyonuna sahip olan Galatasaray bu ikiliyi kaybettikten sonra bir daha sezon başındaki oyununa asla dönemedi. Üçüncü bölgede oyunu oynamakta başarılı olan bu takımda yük ikinci bölgeye kayınca bu yükü çekmekte zorlanan orta saha da çöktü ve aslında şampiyonluğun belki de en büyük adayı yarışı iki adım geriden takip eder oldu. Milan Baros'un ne kadar değerli olduğunu varlığında da, yokluğunda da anlamamız boşuna olmasa gerek.

Kimileri protestonun gazı, kimileri can havliyle saldırma diyebiliriz Manisaspor deplasmanda ortaya konan oyuna ama açıkça görülen bir şey vardı ki Galatasaray golü bulana kadar çok iyi top kullanan ve dağıtan, aynı zamanda üçüncü bölgede topları doğru kullanıp pozisyon üreten taraftı. Sadece 'motivasyon' gibi bence içi boş olmasa da epey şişirilen bir faktörü ön plana çıkarmak Diyarbakır maçının kırıntıları arasında kendini gösteren ve bugün devam eden düzenli oyuna ciddi bir haksızlık olacaktır. Keita'nin ters kanadına gerçekten çok iyi oturan Giovani, takıma ciddi bir çeşitlilik kattı. Hele ikinci yarı soldan bir anda hzlanıp Elano'nun önüne topu paralel bırakışı vardı ki gerçekten hayran kaldım. Bunu Elano'nun gelişini bekleyerek yapması da ayrıca önemli. Devre arası transfer döneminin nimetlerinden birisi de o Lucas Neill ile beraber. Ortaya dönen Arda Turan ve istenilen düzeyde olmasa da pas trafiklerine katıldıkça kendini daha iyi gösteren bir Elano'yla toparlanmış bir hücum hattı seyretmiş olduk. Bu oyundan sonra Galatasaray adına golün gelmemesi zordur, çok da gecikmeden gol geldi zaten.
Galatasaray'ın daha düzenli ve verimli bir hücum performansı ortaya koyduğu bir maçta beklerden yeterince performans alamadığını da ayrıca not etmek lazım. Sakatlık dönüşü sezon başındaki verimli günlerine dönmekte zorluk çeken bir Sabri var sağda ve Keita ile iletişiminde bunun izleri görülüyor. Eskiden daha doğru zamanlamalarla yaptığı bindirmelerle Keita'ya daha sık koridor açar, hem pas imkanı oluşturur hem de rakip defansın dengesini bozardı. Milli takımın Honduras'a karşı oynadığı milli maçta Hamit Altıntop'a sağladığı şut imkanı da benzer bir örnektir mesela, benim aklımdaki Sabri Sarıoğlu'nu özetlemek için çok iyi bir örnekti o gol. Henüz o diriliği göremedim onda, kısa sürede vites yükseltmediği sürece sezonu böyle tamamlayacağı aşikar. Onun simetriği Caner hücumda daha aktif olsa da takımın en verimsiz pasörlerinden biri, doğru şutu bulmadan kaleyi düşünmesi de setleri fazlasıyla bozdu bugün. Bir süredir de bu böyle devam ediyor. Yine de ikinci golde kaleciyle Arda'nın arasına attığı derin pası ve ilk golde Elano'ya pası veren kişi olduğunu atlamayalım elbette. Caner Erkin iki sene üst üste düzenli forma bulan bir oyuncu olsaydı bu eksikliklerini çoktan gidermiş olabilirdi, maç tecrübesiyle alakalı bir durum. Aşacaktır.

Velhasıl kelam Galatasaray adına Şampiyonlar Ligi ümitlerini bir sonraki haftaya taşıdığı bir karşılaşma oldu Manisa deplasmanı, uzun süre sonra deplasmanda kazanmak da önemli bir nokta. Son olarak Denizlispor deplasmanında galip gelebilmişti takım, 18. maç haftasında. Bu takım hâlâ bu yarışın içindeyse gerçekten tebrik etmek gerek, ne diyelim. Yarınki derbinin sonucu Galatasaray adına da direkt olarak belirleyici olacak. Beşiktaş'ın galibiyetinin Galatasaray'ı gerçek anlamda şampiyonluk potasına sokabileceğine inanıyorum, Fenerbahçe'nin alacağı bir beraberlik ise sandığından çok daha fazla yarayacaktır kendisine. Fenerbahçe'nin galibiyeti ise Galatasaray için hedefi Bursaspor'u geçip ikinciliği kurtarmaya çevirecektir. Bence ligin en kilit maçı yarınki derbi olacak. Ondan sonra herkes önünü daha iyi görmeye başlayacaktır...

Şampiyonluk Barajı & Bursaspor

2005/06 yılındaki Galatasaray şampiyonluğundan bu yana şampiyonluk barajını 80 ve üstüne çekebilecek kadar ligi domine eden ekip ya da ekipler mevcut değil ligde. O dönem La Liga'dan hallice olan ligimizin karakteri son yıllarda baş altı takımların yükselişiyle beraber epey değişti. Artık kendi karakteri olan çok sayıda ortalama takım da mevcut ligde, Eskişehir, Kasımpaşa gibi...

Bunun sonucu olarak şampiyonluk yolunda her takımı ezip geçmekten, yakıp yıkmaktan değil galibiyetlerini uzun sürece yayabilen ve takımın form durumunu belli oyunculara bağlamayan takımlar öne çıkıyor. En iyi hücum yapan değil, en iyi savunma yapan ekibin ligin zirvesinde yer alması artık daha büyük bir olasılık çünkü deplasmanda kazanmak hiç kimsenin harcı değil artık. Geçen senenin şampiyonu Beşiktaş deplasmanda oynadığı 17 maçın 8'inde puan bırakmış, Fenerbahçe'nin son şampiyonluğunda da sayılar aynı. Galatasaray'ın son altı haftada yakaladığı insanüstü formla şampiyonluğa uzandığı sezonun rakamları daha iyi ama orada 70'in üzerine çıkan diğer üç takımın da rekabeti körüklediğini atlamamak gerekli.
  1. Bursaspor 65 (+3)
  2. Fenerbahçe 61
  3. Galatasaray 57
  4. Beşiktaş 57
Bugüne dönelim. Bursaspor'un geriye oynayacağı üç maçı ve Ankaraspor maçından gelecek bir üç puanı var. Haftaya Ali Sami Yen'e geliyorlar, ondan sonra oynayacakları Kayseri ve Beşiktaş maçları ise Bursa'da. Haftaya oynanacak maç hem Bursa hem Galatasaray adına kritik eşik. Galatasaray kazanırsa Bursa'nın iki zorlu maçında tökezlemesi şampiyonluk kovalarken yeşil-beyazlıları birden üçüncülüğe itebilir. Alınacak bir beraberlik ya da galibiyet ise Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi ümitlerini de bitirmiş olacak. Bu hafta derbiden alınacak sonuca göre Bursaspor'a iki derbide bir beraberlik payı kalabilir ki Beşiktaş'ın hesaplara girmesi işi iyice karıştırıyor. Fakat tüm bunlara rağmen Bursaspor'un şampiyonlukla arasında sadece üç maç kaldığı gerçeği gözümüzün önünde duruyor.

Gaziantepspor'la bugün oynadıkları maçta çok müthiş bir oyun ortaya koymadılar belki ama oyunu istedikleri şekilde yönetmesini biliyorlar, orta sahayı tek paslarla geçip kanatlara ve forvetlere inebiliyorlar. Sercan'ın bugün ayağından kaçırdığı toplardan birisi doğru yere gitse maçın kopması için 70'leri beklemek zorunda kalmayabilirdik. Hoş, Volkan'ın attığı ikinci golün de aynı şekilde gerçekleşmiş olması biraz ironikti bu açıdan. Belki de bundan önemlisi kalelerine neredeyse şut dahi attırmadılar. Son ekranı göremedim ama dakikalar 80'i gösterdiğinde kalelerini bulan şut sayısı '0'dı. Herkesin rolü her maç daha da belirginleşiyor, top Bursaspor'un ayağında olduğunda hangi yollarla ne şekilde kaleye gideceklerini, bunu basit ve net hamlelerle yapabileceklerini biliyorsunuz. Galatasaray'ın maçlarını düzenli izleyen birisi iki takımın arasındaki farkı rahatlıkla kavrayacaktır. Şampiyonluk mücadelesindeki diğer takımlar için de geçerli bu söylediklerim. Fenerbahçe belki Bursaspor kadar önemli bir adaydır şampiyonlukta lakin şu ligin en iyi kadrosu değil de en iyi takımı kim dersek benim cevabım Bursaspor olur. Son üç maçta alacakları sonuçlar ve sıralamadan bağımsızdır bu söylediğim. Gerisi oyuncuların bir seviye üste geçip geçemeyecekleriyle ilgili bir konu...

Nery Castillo & Galatasaray?

Galatasaray'ın şampiyonluk hedefinden uzaklaşmasının transfer haberlerini beraberinde getireceği gün gibi belliydi lakin bunun bir milli takım hocasının ağzından sızacağını düşünmemiştim açıkçası. Giovani dos Santos'un da forma giydiği Meksika Milli Takımı Teknik Direktörü Javier Aguirre, Nery Castillo'nun Dnipro'da oynamamasını açıklarken bunun form durumuyla ilgili olmadığını, sebebin Shaktar'ın oyuncuyu Galatasaray'a satması olduğunu söylüyor. Basın açıklamasının haberi ve videosu şurada var, metni birebir okuduğunu da videoyu izlerseniz anlayabilirsiniz.
(İspanyolcası daha iyi olan arkadaşlar mevcut cümlenin olumsuzluk içerdiğini, yani Castillo'nun Galatasaray'a satılmamasını anlattığı konusunda uyardılar yorumlardan. İki kez doğrulatmak gerekiyor bazen bu tip durumları, kusura bakmayın. 'Kolpa basın' gibi hissettim kendimi şimdi. :) Bundan sonrasını Castillo ve Galatasaray'ın kanat yoğunluğuyla ilgili bir analiz şeklinde okuyabilirsiniz, haberden ziyade)

Transferin henüz kesinliği yol elbette ama ilk önce şunu söylemem lazım. Nery Castillo, Olympiakos günlerinde çok beğendiğim isimlerden birisiydi. Shaktar'a büyük bir bonservis bedeliyle geçişi sonrası Galatasaray ümitlerim sona ermişti fakat önce Shaktar'da verimli olamaması, ardından Manchester City'de beklenen sıçramayı gerçekleştirememesi iki sene içinde bütün piyasasını öldürmüştü. Dnipro'ya geçişine ise üzülmüştüm temmuz ayında, Galatasaray'ın bu tip piyasasının çok üzerinde yeteneği ve kapasitesi olan adamları denemesi gerektiğini düşünmüştüm. O dönemler yazdığım forumların başında gelen AliSamiYen.net'te transfer sonrası şunları karalamıştım.

"Elano geldiği an aklımın bir köşesinden de o geçmişti aslında, çok yazık olmuş. Shaktar bundan iki sene önce 15 milyon euro ödemişti onun için, daha sonra City'ye geçti ama orda tutunamadı ve kiralandı. Böyle bir oyuncuyu çok kelepir fiyata düşürebilirdik. Mevkiiden kaybediyor biraz ama Dnipro gibi bir takıma gitmesi beni rahatsız etti nedense."

 O dönem için epey makul bir transfer olarak gözüküyordu lakin bugünkü Galatasaray kadrosunun yapısına bakarsak belki de en az ihtiyaç duyulan bölgede oynadığı net olarak ortada olan Nery Castillo ile ne amaçla ilgilenildiğini ben anlamakta güçlük çekiyorum. Bu transferin belli bir mantığa oturabilmesi için Harry Kewell Abdul Kader Keita, Giovani dos Santos, Arda Turan, Caner Erkin ve Elano'dan oluşan kanat rotasyonundan en az üç oyuncu gönderilmesi gerekiyor ki bu operasyon başlı başına bir haberdir. Bu operasyon yapılacaksa dahi Galatasaray'ın ilk transfer tercihinin hâlâ kanat oyuncularından yana kullanıyor olması transfer stratejisinde büyük bir sakatlık olduğunun göstergesi. Orta saha, orta saha, orta saha! Allah aşkına şu takımın adı bir gün olsun gerçekten orta sahayı dolduracak, ortalama bir adamla anılsın. Hoş, Galatasaray kaynaklarından doğulanmayan bir transfer haberi üzerinden bu çıkarımı yapmak ne kadar doğru, tartışılır ama hakikaten şu takımın acil olarak orta saha oyuncularına ihtiyaç duyduğunu Galatasaray yönetiminin de gördüğünü görmek istiyor şu gözler...

Aguirre'nin açıklaması eğer doğruysa bununArda Turan'ın Tam Saha'ya yaptığı verdiği röportajın satır aralarında belirttiği olası transferinin de etkisi olduğu aşikâr. Belki de Arda'nın transferi gerçekleşirse yedeğinin hazır olması amacıyla düşünülmüştür Castillo, bilemeyeceğim ama her iki transfer gerçekleşirse Galatasaray'ın büyük bir operasyonun arefesinde olduğunun da resmidir bu. Bunun yanı sıra Shaktar-City-Galatasaray hattının bu transferde de üç aşağı beş yukarı geçerli olduğu da gözlerden kaçmayan bir detay. Akıllara hemen Haldun Üstünel bağlantısı geliyor ama... İşte bu tek başına gerçekten anlamlı olan transferlerin de takımın ihtiyaçlarıyla örtüşmesi gerektiğini söylemek gerekiyor artık. Castillo'nun City'de forma giyerken Elano'yla aynı bölgede değerlendirilmesi ne demek istediğimi daha iyi anlatıyor. Belki de Elano'nun gidişi anlamına da geliyordur bu bir yandan ama artık 'oyuncu değişikliği' değil, nokta transfer lazım. Yine de şu üstteki kare hiç de fena durmuyor görüntüde. Yönetilebilecekse ne âlâ...

Calciopoli 2010, Inter & Mourinho

2006 yılında Avrupa’yı karıştıran, Juventus’un küme düşmesine, Milan’ın ve bazı kulüplerin puan silme cezalarına çarptırılmasına yol açan Calciopoli skandalının 2010 versiyonu en az 2006’daki kadar su kaldıracağa benziyor. Son davada konuşan Luciano Moggi, kendisinin ceza almasına sebep olan suçları Inter’in de işlediğini, bunun 2006’da belgeleri olmasına rağmen o davaya bakan hakim Auricchio’nun konuyu soruşturmadığını belirtmiş. Avukatlar tarafından bu soru sorulunca eski hakim de soruları yanıtsız bırakmış. Yeni davaya bakan Teresa Casoria ise Inter’le ilgili belgelerin incelenmesini kabul etmiş.

İtalyan medyası da bunu duyunca boş durmuyor tabii, her yere Massimo Moratti’nin dava yüzünden baskı görmek istemeyeceği, bu yüzden kulübü devredebileceği konuşulmaya başlandı. 2006 yılında rakipsiz kalması sonrası uzun yıllardır taraftarının özlediği şampiyonlukları yakalamaya başlayan Inter’in başı fena halde ağrıyabilir bu davada. Üstelik Moggi’nin avukatları müvekkillerinin ceza almasına sebep olan görüşmelerin olduğu haftada hakem atamalarını ilk öğrenen isim olmadığını, Inter başkanının bir gün önce atamaları bildiğini de iddia etmişler. Nedir, ne çıkar belli değil ama devam eden davanın mevcut konjonktürü değiştirmesi göz ardı edilmemesi gereken bir olasılık.

İlki Barcelona bozgununu uğradığınan bu yana önümüzdeki sezonda daha kariyerli bir teknik direktörle çalışmasına kesin gözle bakılan Real Madrid’in otomatik olarak ilgilendiği isimler arasında yer alan Mourinho’nun akibeti. Inter’de uzun yıllardır beklenen Şampiyonlar Ligi başarısını bu sezon yakalayan Portekizli hoca, kulübün sarsıntıda olduğunu hissederse başarılı bir sezonun ardından İspanya’ya yelken açabilir. Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final görmeyeli 6 yıl geçen Real Madrid’in Avrupa kupalarının en başarılı profillerinden Mourinho’ya özel bir ilgi göstereceği de aşikâr. Mourinho, geçen ay Inter’le 3 yıllık sözleşmesi olduğunu tekrarlamıştı gerçi ama futbolda dün dündür, bugün bugün. Olmayacak iş değil bana göre. Yaz aylarının bir numaralı dedikodusu olmaya adaydır bence Real Madrid-Mourinho flörtü.

İkincisi ise biraz nalıncı keseri gibi olacak lakin İtalya bir yandan da Euro 2016’ya talip olan ülkeler arasında. Mayıs ayında kararı verilecek şampiyona ev sahipliği için bence bizle beraber en kuvvetli aday olan İtalya’nın 2. Calciopoli skandalını kaldırması biraz zor görünüyor. İlk skandalın İtalya’yı iki sene sonra yapılacak turnuvanın adaylığı sırasında zora sokmuştu, bu sefer de imajına olumlu katkı yapmayacağı kesin. Adaylık sürecini takip ederken göz önüne alınması gereken detaylardan biri olacak Calciopoli.

*Juventus taraftarlarının açtığı pankartta "Saygı, Adalet ve Dürüstlük. Bu yüzden buradayız" yazıyor...

Bursaspor Şampiyon Olursa...

Bursaspor şampiyonluk yarışına girdiğinden beri herkesin dilinde benzer sorular ve tespitler var. Son beş haftaya girmişken ve Bursa da hâlâ en iddialı takım konumundayken özellikle işin finansal tarafını biraz açmak gerekiyor çünkü "Bursaspor şampiyon olursa" ile başlayan bütün teorilerin ve olasılıkların hepsinin merkezinde Bursaspor'un kazanacağı finansal güç yatıyor. Bu gücün ne ölçüde olacağı, yayın gelirlerinden aslan payını alan 'dört büyükler'in sarsılıp sarsılmayacağı Türk futbol tarihine yazılacak beşinci şampiyonun kim olacağı kadar önemli, belki de daha fazla. Bursaspor'un kaderinin 2001'de Portekiz Ligi'ne darbe yaparak 'üç büyükler' Porto, Benfica ve Sporting'in önünde şampiyon olan Boavista'dan farklı olup olmayacağını belirleyecek olan bu finansal güç ve bu gücün kulübe geri dönüşünü sağlayacak olan finans politikası.

Kafalardaki ilk soru yayın gelirlerinin dağılımında Bursaspor'un şampiyonluğunun nasıl bir etki yapacağı. Büyük bir çoğunluk 'saltanatın yıkılışının' Bursaspor'un şampiyonlar arasına dahil olmasına ve o payı bozmasına bağlı olduğunu sanıyor lakin işin aslı pek de öyle değil. Kısaca şöyle söyleyeyim, sembolik bir yüzde dışında hemen hemen hiçbir değişiklik olmuyor şampiyonluk paylarında. 'Süper Lig Yayın İhalesi & Sonuçları' başlıklı yazıda 2005 yılından beri yürürlükte olan yayın ihalesi kurallarından bahsetmiş, gelecek sezondan itibaren kazanılacak gelirlerin ne şekilde dağıtılacağını hesaplamıştık. O yazıya göz atarsanız gelecek sezon hiç şampiyon olmamış bir takımın 75 puanla ligi şampiyon tamamlaması halinde yayın gelirinin %7,325'ini alacağının açık hesabı mevcut. Ligin performans tablosunun belirsiz olması sebebiyle ufak bir hata payı mevcut yüzdenin fakat Bursaspor'un alacağı para üç aşağı beş yukarı toplam miktarın bu yüzdeyle çarpımı olacak. 2006 yayın ihalesinde 09/10 sezonu için belirlenen toplam yayın geliri bedelinin 280 milyon TL olduğunu düşünürsek Bursaspor'un bu sezon alacağı yaklaşık bedel;

280 milyon TL X %7,325 = 20 milyon 510 bin TL = (bugünkü kurdan) 13 milyon 760 bin dolar

ediyor. Açıkça görüldüğü gibi bu sezon alınacak şampiyonluk Bursaspor'a hatrı sayılır bir gelir kazandırsa da kulüp yapısını değiştirecek bir gelir değil. Önümüzdeki sezonlara nasıl bir etkisi olacak derseniz şampiyonluk payının matematiği devreye giriyor burada da. Bir önceki yazıdaki kurallara bakıldığında şampiyonluk payı hanesinde %11 yazdığı görülüyor. Bu %11'in paylaşımı ise takımın şampiyonluk sayısının toplam sezon sayısına oranına göre belirleniyor. Süper Lig geçtiğimiz sezon 50. sezonunu doldurduğu için bu sezonla beraber toplam sezon sayısı 51 olacak. Gelecek sezondan itibaren Bursaspor'un şampiyonluk sayısının 1 olacağını varsayarsak bu Bursaspor'un şampiyonluk payının 1/51'den %1,96'sını her sene kasasına götüreceği anlamını taşıyor. %11'i %1,96 ile çarpınca elde edilen ise toplam gelirin %0,21'i demek oluyor. Yani kısacası Bursaspor'un şampiyonluğunun gelirine katkısı gelecek sezondan itibaren %0,21 artacak demektir ki bu da yılda 670 bin dolar gibi pek de dişe dokunur miktar değil açıkça.

Bursaspor'un şampiyonluğunun kulübe esas katkısı Şampiyonlar Ligi'ne doğrudan katılma hakkı ve bunun paralelinde gelecek olan Şampiyonlar Ligi gelirleri olacak. Bu konuyla ilgili de 'Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray'ın Avrupa Gelirleri' başlıklı yazıdan alıntı yapmak gerekli. Yazıda da belirtildiği üzere Süper Lig şampiyonu olan takım lig ikincisinin Şampiyonlar Ligi'ne katılması halinde 12 milyon avro, elemelerin zorluğu düşünüldüğünde ikincinin elenip şampiyonun tek başına katıldığı senaryoda 'sıfır' çekse dahi 15,4 milyon avro kazanıyor. Şampiyonlar Ligi'nin yarattığı farkın büyüklüğünü göstermesi açısından da çok önemli miktarlar bunlar.

Kısaca toparlamak gerekirse şampiyon olması halinde Bursaspor 20-22 milyon avro gibi bir nakit girdisi elde edecek fakat önümüzdeki sezonlar için yayın gelirlerindeki payını arttırma ve kalıcı gelir elde etme gibi bir durumu söz konusu değil. Bu sermayenin nasıl kullanacağı Bursaspor'un zirvede kalıcı olacak yapıyı kurup kuramayacağı sorusunun da cevabı olacak...

Beşincilik Hesapları

Avrupa kupaları için mücadele denince akıllara Bursaspor, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş falan geliyor ama pek göz önünde olmayan sıralamada 5-8 arasında bulunan ekipler arasında da az da olsa bir UEFA Avrupa Ligi ümidi var. 50 puanlı Trabzonspor'un arkasında bulunan İstanbul BB (49), Eskişehirspor (48) ve Kayserispor (47) beşinci sırada yer alıp kupa kontenjanının kullanılmasını bekleyecek. Eğer kupayı kazanan ekip zaten UEFA Avrupa Ligi'ne katılan bir ekip olursa diğer UEFA Avrupa Ligi kontenjanı beşinci sıradaki takıma devrediyor ve böylece beşinci sırada yer alan ekip UEFA Avrupa Ligi elemelerine ikinci turdan katılma hakkını elde ediyor.

Bunun gerçekleşmesi için ise iki senaryodan birisinin gerçekleşmesi gerekli. İlki 27 sezondur Türkiye Kupası'nı müzesine götüremeyen Fenerbahçe'nin kupayı kazanıp aynı anda Şampiyonlar Ligi elemelerine katılacak dereceyi almaması. Bunun için Galatasaray ya da Beşiktaş'tan birisinin Fenerbahçe'yi altına alması ve Sarı-lacivertlilerin Türkiye Kupası'nı alması gerekli. Fenerbahçe şampiyon ya da ikinci olursa Şampiyonlar Ligi'ne katılacağından kupa bileti finaliste devrediyor, bu durumda Fenerbahçe'nin finalde rakibi olacak Trabzonspor ya da Antalyaspor Avrupa yolcusu oluyor. İlk maçın 2-0 Trabzonspor lehine bittiğini düşünürsek bu senaryo zaten beşinci sırada bulunan Trabzonspor'un işine geliyor.

Beşinciyi Avrupa'ya götürecek diğer senaryo ise kupanın Trabzonspor'a gitmesi ve 50 puanlı Trabzonspor'un ligi 57'şer puanı bulunan Galatasaray ya da Beşiktaş'ın üstünde tamamlaması. Trabzonspor Beşiktaş'ı evinde mağlup edebilseydi bu senaryo daha kuvvetli bir seçenek olarak önümüzde duruyor olabilirdi fakat iki ekibin de kalan beş haftada 7 puandan fazla bırakacağı ve Trabzonspor'un 5'te 5 yapıp ilk dörde gireceği senaryosu bana pek makul gelmiyor açıkçası. Tüm bunlara rağmen Eskişehir, İstanbul BB ve Kayseri gibi üç ekibin bu heyecanı hâlâ yaşadığını unutmamak gerekiyor. Benim için bile keyifli bir takip, bu takımları destekleyenlerin bu heyecanlı bekleyişini düşünemiyorum. Normal bir sezonda Galatasaray veya Beşiktaş'ın da kupa hesapları içine dahil olması bu ihtimali çok daha kuvvetlendirebilirdi gerçi, şu an gerçekleşmesini pek de olası görmediğimi belirteyim...

Volkan, Sercan & İbrahimoviç

Nike'ın Dünya Kupası öncesi piyasaya sürdüğü yeni kramponu biliyorsunuz, Avrupa liglerindeki birçok yıldız oyuncu şimdiden başladı giymeye. Mercurial Vapor Superfly II, Türkiye'deki tanıtımının iki sürpriz isim üstünden yapılması ise dikkatimi çekti; Volkan Şen ve Sercan Yıldırım. Bu yeni kramponların esprisi olarak hızlı oyuncular belirlenmiş, dünya çapında yayınlanan reklam filminde ise Zlatan İbrahimoviç forma giyiyordu. Türkiye'de bu konsepte uygun olarak tercihin Sercan ve Volkan olması ilginç olmuş, Bursaspor şampiyon olursa sevineceklerin arasında Nike ahalisi de olur herhalde, akıllı yatırım...

Aklıma düşmüşken İbrahimoviç'in yeni reklam filmini de ekleyeyim, dileyenler aşağıdan izleyebilir...


Erhan Şentürk'ün Dramı

Diyarbakırspor maçı hakkında sahada oynanan oyun hakkında bir şeyler söylemenin anlamsız olduğunu düşünüyordum protesto sonrası, hâlâ da öyle düşünüyorum fakat bahsetmezsem içimin rahat etmeyeceği bir hadise daha vardı dün. Galatasaray altyapısı çıkışlı Erhan Şentürk, hayalini kurduğu Ali Sami Yen Stadı'na rakip takımın 10 numaralı formasıyla çıktığı gün sakatlık geçirip stadyumu sedyeyle terk etmek zorunda kaldı. Belki kendini Rijkaard'a gösterip gelecek sezon takımda yer alma planları yapıyordu, kim bilir...

Erhan Şentürk benim sevdiğim oyunculardan biridir. Çok uzun süre sonra Galatasaray altyapısından kiralık gidip başarılı bir performansla geri dönmeyi başaran ilk oyuncu olmuştu. Arda Turan ve Uğur Uçar'ı bir kenara koyarsak altyapıdan çıkar çıkmaz 'vahşi hayat'ta var olmayı başaran ilk oyuncudur, Bank Asya 1. Lig dahi olsa. Diyarbakırspor'un Süper Lig'e gelişinde emeği büyüktür. Türk futbolunun zirvesi olan İstanbul büyüklerinde forvet oynayacak meziyetlere sahip midir, tartışılır ama bugün için önemli olan bu değildi. Bugün önemli olan altyapısında yıllarca ter döktüğü kulübün stadyumunda ilk kez bu kadar büyük bir seyirci topluluğu önüne çıkmışken büyük bir üzüntüyle sahadan ayrılmış olmasıydı. Tribünler yarı protesto yarı destek amaçlı Diyarbakırspor takımını tribüne çağırırken neler hissetmiştir acaba Erhan? Pazar günü oynanan maçta hikayesi olan oyunculardan birisi de oydu, unutmamak lazım...

Düzeltme: Erhan Şentürk'ün değişikliği sakatlık sebebiyle değil, diğer Diyarbakırsporlu oyuncunun sakatlığı öncesi Güvenç Kurtar tarafından tercihen çıkarılmış. Maç içinde gözümden kaçmıştı, yorumlarda uyardı arkadaşla sağolsunlar. En azından sakatlıkla çıkmamış ama Ali Sami Yen'e çıktığı ilk maçta iki golün sorumlusu gibi 33. dakikada kenara alınmak da Erhan için pek hoş olmasa gerek...

Karanlığın Galibiyeti

Bugün öğlen saatlerinde ultraslan.com'da yayınlanan bildiri sonrası Galatasaray tribünlerinin takıma büyük bir tepki koyacağı anlaşılmıştı. Başından sonuna bence tam bir fiyasko olan 'sinema' tezahüratını dinleyen herkes zaten buna kanaat getirmişti. Bugünün sonunda Galatasaray'ın kaybeden olacağını, kayıpların en büyüğünün ise Arda Turan olacağını gün boyu üzüntülü ve endişeli bir biçimde bekliyordum fakat Galatasaray tribünlerinin bugün Galatasaray'ı aşağalayacağını, ne yaptığının farkında bile olmayan bir şuursuzlukla takıma saldıracağını açıkçası düşünmemiştim. Bugün Galatasaray tribünlerinde yer aldığım için, kendi takımımın golüne taraftarın ıslıkları sebebiyle sevinemediğim için, bu yapılanlar karşısında elimden hiçbir şey gelmediği için büyük bir utanç duydum. Benim gibi hisseden birçok insan olduğunu da adım gibi biliyorum. Maalesef ve maalesef bugün Galatasaray tarihinin en karalık sayfasına yazılan o çirkinlikler arasındaki yerini almıştır.

Aslına bakılırsa bir taraftar topluluğunun takımını belli ölçülerde protesto etme, en azından gönül koyma hakkı olduğuna inananlardanım, belli sinir katsayısı aşıldığında ülkemizde "You'll never walk alone" söylemenin mümkün olmadığını da gayet iyi biliyorum. Bunu bir kenara koysam da bugün yapılanların takıma gönül koymanın çok ötesinde Galatasaray kulübüne yapılan büyük bir terbiyesizlik olduğunu düşünüyorum. Takımı tribüne çağırmayabilirsiniz, ilk 5 dakika tezahürat da yapmaya bilirsiniz ama maç boyunca ismi her türlü iğrençliğin kılıfı olarak kullanılmaya başlayan ve hakikaten büyük bir Galatasaraylı olan Metin Oktay'a başlamak, Galatasaray futbol takımı gol atınca ıslıklamak ve tezahüratları daha da çirkinleştirmek 'gönül koyma' olarak açıklanabilecek basit bir olay değildi. Bunların yanında maç öncesi son hazırlıklar sırasında yapılan Metin Oktay tezahüratının stad hoparlörüne verilmesinin de ayrıca altı çizilmesi gerekir ki işin boyutlarının sadece taraftarla sınırlı olmadığını göstermesi açısından çok önemli bir anekdottur bu aynı zamanda.

Arda Turan'a ayrıca değinmek gerek elbette. Her gün medyanın iğrençliğinden dem vuran ve kaptanına saldırdığı gerekçesiyle sezon başında Ahmet Çakar'a küfürler eden Galatasaray tribününün tüm bu iğrençliklerden de öte bir tavırla Arda Turan'a sinema kapatma imâsında bulunması kelimelerle açıklanacak türden bir terbiyesizlik değil. Arda'nın hayal kırıklığını tahmin bile edemiyorum şu an. Arda bazı hareketleriyle hâlâ kaptanlık vasfını karşılamayan bir oyuncu olabilir, takıma gerektiği gibi liderlik de edemeyebilir. Bunun da ötesinde kötü de oynayabilir ama bir takımın taraftarı, hele ki Galatasaray kaptanına sevgilisi üzerinden iğrençleşerek saldırıyorsa bunun hiçbir makul açıklaması olamaz. Bugün bir Arda Turan olmak istemezdim ama onun yanında olduğumuzu elimizden geldiğince gösterebilmişizdir umuyorum. Maç sonrası direkt stadı terketmiş galiba, haklıdır. Tam Saha dergisiyle yaptığı röportajı okuyan insanlar daha da utanmış, sıkılmışlardır eminim. Zaten Arda'ya pazubandı taktığı ilk gün "Büyük Kaptan" diye bağıranlar Arda'yı bu kadar tanısaydı bugün yaşananların olması mümkün müydü?

Keza Jo. Dünya üzerinde hiçbir futbolcunun gece hayatı olmadığını sananların bugün beş Ömer Çatkıç gücünde ıslıkladıkları Jo'nun bugün gol atmasını o kadar çok istedim ki! Hatta ofsayt olduğunu bile bile kaleciyi geçip kaleye gönderdiği topun ağlara gitmemesini bile. İki ay önce gelmiş ve oynadığı maçlarda pek de sırıtmamış bir oyuncunun günah keçisi seçilmesi ne kadar doğruydu demek geliyor içimden ama Arda'ya yapılanları görünce bunu söylerken dahi içime bir yumru oturuyor. Konuşamıyorum, yazamıyorum. Taraftardan bağımsız son bir not. Arda abisinin yerine giren Emre Çolak, Jo'ya pas atmayarak tribüne oynadığını zannediyorsa çok çabuk palazlanıyor demektir. Cin olmadan adam çarpmak kullanmaktan hiç haz etmediğim bir deyim, umarım Emre bugün yaptıklarını dar görüş alanı ve yetersiz futbol zekasından yapmış olsun. Futbol gelişir ama bu hizipçi karakter baki kalır.
Sabaha kadar bu şekilde devam edebilirim aslında, o kadar doluyum ki bu konuda içimdekileri yazıya aktarmak, yüzeyselce "Ama onlar da Fenerbahçe'ye yenildi" diyen insanlara gerçekten yaşananları söylemek istiyorum ama bir süre sonra ister istemez anlamsızlaşıyor yazılanlar. Fenerbahçe maçının son yarım saati sus pus olup kinini Diyarbakırspor maçında kusan her kimse benim Galatasaray algımda artık onların yeri yok. Üç tribünün saçmalıklarına kendince tepki koyan Numaralı'ya, ortaya koydukları onurlu mücadelelerini teknik heyetle sarmaş dolaş olarak paylaşan futbolculara özellikle teşekkür ederim. Karanlık galip geldiği bir günde cılız bir ışık olan ve hattrickle tekrar aramıza dönen Milan Baros'a selam edeyim son olarak...

Gözde Kasımpaşalılar: Andre Moritz & Yekta Kurtuluş

Şu ligin en iyi hücum takımlarını say deseler tereddütsüz listemde yer alacak ekiplerden birisi Kasımpaşa. Canlı izleyince çok daha iyi kavrayabiliyorsunuz bunu, topla oyunda gerçekten çok hareketliler ve her oyuncu kendi rolünü kavramış durumda. Ağustos ayının sonlarında tamamen Yılmaz Vural'ın telefon rehberinden çıkan bir ekibin bu kadar başarılı olması takdire şayan. 

Bu kısıtlı imkanlarla bu kadar iyi bir hücum takımı ortaya çıkınca arada parlayan oyuncular da oluyor. Bu oyuncuların başında ise özellikle ilk yarıdaki performansıyla öne çıkan Andre Moritz ve bu sene gösterdiği gelişimle herkesin dikkatini çeken Yekta Kurtuluş geliyor. Andre Moritz, üç yıllık İstanbul tecrübesi, lige ve ülkeye gösterdiği uyum düşünüldüğünde daha yüksek bütçeli bir kulübe sıçraması beklenen bir oyuncuydu zaten. Sözleşmesi de bu sene sonunda bitiyordu, bu sebeple İstanbul kulüplerinin de +2 kontenjanından sulanabileceği bir oyuncu olarak görüyordum fakat bu tip transferlerde en aktif kulüplerden biri olan Kayserispor büyük ölçüde anlaşma sağlamış kendisiyle. Sakaryaspor sonrası alınan Franco Cangele, Gençlerbirliği'nden olaylı bir şekilde gelen James Troisi ilk akla gelen örnekler.Lig tecrübesi olan yabancılara yönelmek hiç de fena bir strateji sayılmaz, en azından belli bir noktanın üzerinde kalabilmenizi size garantiler. Andre Moritz de bu stratejinin yeni halkası olacak gibi gözüküyor. Andre Moritz'in de bu sene sonunda bol sıfırlı bir kontrat kovalayacağı bilinen bir gerçek, o yüzden resmileşmemiş de olsa bu söylentinin gerçekleşme olasılığını epey yüksek görüyorum.

Tüm bunlara rağmen Moritz-Kayerispor birlikteliğinin istenen sonucu iki taraf için de vermeyeceği kanaatindeyim ben. Andre Moritz Kasımpaşa'da vazgeçilmez oyuncu statüsü yaşadığı sakatlık dönemi ve bu dönemde Yekta Kurtuluş'un bu dönemde yakaladığı büyük çıkış sonrası sekteye uğramıştı. Hatta kulüpten gece hayatıyla ilgili şikayetler geldiği de basında yer almıştı. İstanbul'dan Kayseri'ye geçecek birisi için pek iyi bir referans değil bu öncelikle. İkincisi mevcut yapıda Cangele ve Makukula ile beraber rol paylaşımında sorun yaşayabilir Moritz lakin Tolunay Kafkas'ın takımdan ayrılacak olması yeni bir yapılanmaya gidileceğini de gösteriyor. Bu yapılanmada ne rol alacağı belirsiz, "kaliteli oyuncu, alalım" mantığıyla getirilirse Kayseri'nin +2'sinden birisi de olabilir. Hoş, az önce de dediğim gibi Moritz'in önceliğinin sağlam bir sözleşme olduğu da atlamamak lazım. Parasını aldıktan sonra pek şikayetçi olmayabilir o da. Son olarak Kasımpaşa'nın sözleşmesi devam eden oyuncuları Moritz'le görüşen Kayserispor'u şikayet edip etmeyeceğini ise merakla bekliyorum! Ülkemizde Bosman kuralları işine gelene işliyor ya!..
Burada esas konuşulması gereken oyuncu Yekta Kurtuluş aslında. Özellikle ikinci devrenin ilk yarısında yakaladığı müthiş çıkış ve gösterdiği gelişimle diğer İstanbul ekiplerinin radarına gireceği gayet açıktı, kağıt üstünde sözleşmesi de bittiğinden çektiği dikkat bir kat daha arttırıyordu. İlk ciddi talibi olarak ortaya çıkan takım ise Galatasaray oldu. Kasımpaşa tarafında kaptanları Yekta'ya Galatasaray tarafından sözleşme uzatmaması yönünde telkinde bulunulduğu yönünde bir açıklama geldi. Galatasaray'dan ise bu açıklamayı yalanlayan herhangi bir açıklama yapılmadı. Bu işin kokusu bir-iki aya çıkacaktır fakat transfer gerçekleşse dahi bu büyük ihtimalle bonservis bedeli ödenecek büyük ihtimalle. TFF.org'da Yekta Kurtuluş'un ana sayfasında sözleşmesi sezon sonunda bitiyor diye gösteriyor ama oyuncu hareketlerine baktığımızda Yekta'yla "dönem harici sözleşme yenileme" başlığında Yekta'nın yeni sözleşmesinin 2011'de bittiğini görüyoruz. Muhtemelen kendisiyle anlaşmalı olarak belli bir bonservis bedeliyle göndermek için anlaşılmıştır, sözleşmenin bir yıllık olması da onu gösteriyor. Bekleyip görelim...

El Clasico 'Reloaded': Real Madrid 0-2 Barcelona

Aslına bakarsanız maç öncesi genel beklentinin aksine pek gollü bir maç beklemiyordum. Real Madrid, rakibi Barcelona olunca olabildiğince realist oynayan, gerekirse akıllardaki 'Anadolu takımı' imajının hakkını vererek savunmasını sert tutan bir oyun sergileyebiliyor. Bunu geçen sene oynanan ve bu maça oranla Barcelona'nın çok daha büyük favori çıktığı 2-0'lık maçta da yapmışlardı. Bence gayet de iyi oynamışlardı o karşılaşmada. Bu maçta da blok savunmasını öne çıkartıp Barcelona'nın akıl almaz pas trafiğini sekteye uğratacakları belliydi. Klasik şablonlarını bozmadılar ve alışılageldik 'PES'vari hızlı hücumlarla kanattan başta Ronaldo olmak üzere diğer hücum elemanlarıyla akma peşindelerdi. Guardiola'nın Puyol'u bekte, Alves'i ise önde kullanma kararı neticesinde bekten öne top aktarmada zorlanmakta güçlük çeken bir Barcelona ve hiç de alışkın olmadığımız şekilde şişirilen toplarla taçlarda sonlanan Barcelona hücumları gördük. Ben bunu bu sezon hiçbir Barcelona maçında görmemiştim.

Peki bu Real Madrid'e yetecek miydi, skoru bulana kadar asla çünkü rakipte Lionel Messi adında bir oyuncu vardı ve Messi ilk yarının sonlarında defansın arkasına çok iyi sarkarak Madridlileri çaresiz bırakmayı başardı. Müthiş bir göğüs kontrolünün üstüne Casillas'ı çaresiz bırakacak ve ilk anda asla akla gelmeyecek türden bir son vuruş. Sektirilerek vurulan toplar her daim kaleci için zordur, Casillas da önündeki defansa bu vuruşu Messi'ye yaptıracak şansı verdikleri için kızmaktan başka bir şey yapamadı zaten. Casillas şu futbol evreninde en beğendiğim kalecidir benim, Barcelona maçlarını da hep iyi oynar. Buna rağmen bu adamın kalede olması uzun süredir Madrid için bir anlam ifade etmiyor zira ilk yarıdaki 1-0'lık kısır El Clasico hariç her maçta en az iki gol görüyor kalesinde Iker. Adam ne yapsın arkadaş, zibil gibi yağdırırsan adamları iyi bir kalecinin de tutamayacağı vuruşlar oluyor. Kalecilik de edilgen bir mevkii, Messi, bir dönem Ronaldinho gibi adamları görünce bunu daha iyi kavrıyorsunuz. Bunu kavradığımız her maçta Casillas'ın kalede olması ise acı bir tesadüf olsa gerek.
Maçta esas olan Real Madrid'in oyun planını bozmaktan oynamaya bir türlü revize edememesi oldu. Guardiola'nın ilginç ve bence Barcelona adına pek de faydalı olmayan oynamalarına rağmen hamlelerine devam etmesi, Real Madrid'in ise buna karşın hiçbir çözüm üretmemesi akılda kalan notlardan. "Messi'nin rakibi" etiketi de Cristiano Ronaldo'ya ağır gelince mor-beyazlıların Santiago Bernabeu'da dahi geri dönme şansı kalmıyordu, Kaka da sakat olunca. Maçı geniş ve eğlenceli bir ekiple izledik, epey de makarası oldu konunun. Ronaldo'nun kaleciye nişanladığı, ardından Pedro'nun sol ayağıyla müthiş bir iç plaseyle sol köşeyi gördüğü ikinci golden sonra 94 milyon avroya kimin alındığı tartışmaları gırla gitti. Pedro da günün başarılı isimlerinden biri oldu, özellikle ilk gol sonrası vitesi yükseltenlerden birisi de o oldu alanı daha açık bulunca.

Velhasıl kelam, Real Madrid yine şampiyonluk yarışına evinde iddialı girmesine rağmen geçen sene kadar madara olmasa da yine de boynu bükük ayrıldı ve eminim Real Madrid taraftarları 270 milyon avro harcadıkları takımlarının Barcelona'nın hala ardında olduğuna canlı şahit oldukları için daha da üzgün ve kızgınlardır. Tsubasa'nın büyüdüğü, Barcelona'da top oynadığı bölümler vardır, izleyenler olmuştur mutlaka. Bugün Messi'yi Barcelona'da, Ronaldo'yu Madrid'de seyrederken gözümde o seri canlandı. Futbol aşığı, sevimli küçük çocuk Tsubasa'yı Messi'de, rakibi 'futbol tanrısının oğlu' Santana'yı Ronaldo'da gördüm bugün. Bu çocuk Barcelona'da top koşturdukça ve sakatlık gibi bir bela onu vurmadıkça dünya üzerindeki hiçbir futbolcunun da Real adına bu farkı kapatabileceğine inanmıyorum. Son yarım saatteki etkisiz ve yarım oyununu yoksayarsak Iniesta'sız dahi kazandı bugün Barcelona, bunu da son olarak not etmek gerekli. Tekrar gördük ki La Liga'nın kralı hala Barcelona...